13 Kasım 2010 Cumartesi

Anlama sorunu Büyük Problem

Doğru anlamak en az mesajın kendisi kadar önemlidir. Zira her sözün bir kastı her sözün bir amacı vardır. Eğer yanlış anlaşılır ya da yorumlanırsa doğru olanı yapma adına yanlışı yapmak amaç haline dönüşür. Bu durumda yanlışlar kutsanmış, mutlaka yapılması gereken eylemler olmuş olur ki insan için en büyük tehlike budur.

Bu devirde, “biz anlamayız âlimler anlar” sözü moda olmuş durumda. Bu söz ağızlarda sakız gibi çiğnenirken âlimlerin açıklamalarının da anlaşılması gereken sözler kapsamında olduğu ve biz anlamayız sözünün sahiplerinin hiçbir söz hakkı olamayacağı unutuluyor. Hem anlamayız deniliyor hem de âlimler adına konuşuluyor. Söz konusu âlimlerin sözleri olunca artık “biz anlamayız” sözü rafa kalkıyor ve âlimler konuşturuluyor. Oysa sözün sahibi kim olursa olsun sözü hangi ortamda hangi bağlamda ve ne maksatla söylediği çok önemlidir. Bu noktaları dikkate alıp kastedilen muradı dayanakları ile tespit etme işi zaten başlı başına bir anlama faaliyetidir.

“Biz anlamayız âlimler anlar” ezberini sayıklayanların hiçbir konuda konuşma hakları olmasa gerektir. Eğer bu insanlar kendilerinde söz hakkı görüyorlarsa bu ezberlerini bozmaları ve artık anlama çabasına girdiklerinin farkında olmaları bir zorunluluktur. Aksi takdirde âlimlerin arkasına saklanarak hiç kimseyi yönlendirme ve bilgilendirme hakları yoktur.

Kurban bayramı yaklaşmışken bir anlama sorununu ortaya koymak isterim. Kurban kesmenin şekli ile ilgili olarak kitaplarımızda ifadesini bulan açıklamaları uygulamak adına ortaya konan eylemleri gördüğüm zaman şaşkınlığımı gizleyemiyorum. Böyle bir anlamanın(!) böyle bir okumanın(!) insana zarardan öte ne katkısı olacağını anlayamıyorum. Şöyle ki, kitaplarımızda hayvanın boğazlanırken kesilecek uzuvları olarak yemek ve nefes borusu ile iki şah damarı zikredilmekte ve iyice kanı akmadan iliğine bıçak vurulmaması ve başının gövdesinden ayrılmaması gerektiği vurgulanmaktadır. Bu uyarıyı yerine getirmek adına ortaya konan uygulama teşebbüsleri ise anlama sorununun ne kadar büyük bir sorun olduğunu ortaya koymaktadır. Kitaplarımız iyice kanı akmadan derken hayvanın canı çıkmadıkça artık bıçak vurulmaması gerektiği ve özellikle iliğine dokunulmaması gerektiği vurgulanmaktadır. Zira boğaz kısmındaki bu ilik sinirsel bir uzuv olduğundan bu uzva dokunulması hayvana dayanılmaz bir acı verecek ve adeta hayvanı felç edecektir. Kurban kesilirken hayvana eziyet vermemek esas iken insanlar “iyice kanı akmadan iliğine bıçak vurulmaması” uyarısına uymak adına hayvanı kestikten sonra kanının akması için bir müddet bekleyerek daha hayvanın canı çıkmadan bıçağı ellerine almakta ve hayvanın iliğini kesmeye kalkışmaktadırlar. Eğer bu sahneyi anlatmaya kalkışırsak ibadet adına bir hayvana bu kadar eziyet vermenin kimin haddine olduğunu sorgulamak gerekir. Görülen o ki bu ancak “biz anlamayız” diyip de âlimler adına ilim satmaya kalkışanların cehaletidir.

Böyle bir sahneyi hafızamı sorgulayarak hatırladığımda ölmüş gibi sakince yatan bir hayvanın bıçak iliğe değince nasıl feryat ettiğini, adeta yeniden dirilip yalvarırcasına haykırdığını, bu sahneyi unutmamın mümkün olmadığını görüyor ve bu cehaletten Rabbime sığınıyorum.

“Biz anlamayız âlimler anlar” sözünü kendisine siper ederek âlimlerin arkasına saklanıp kendi cahilane söylemleriyle âlimleri konuşturanlara “siz anlamazsanız o zaman konuşma hakkınız da yok, bırakın âlim olanlar konuşsun siz dinleyin” diyorum. Buna itirazı olanlara “Anlamıyorsanız neyi anlatıyorsunuz?” diye soruyorum.

1 Ekim 2010 Cuma

Din Oyun ve Eğlence Değil

Din oyun ve eğlence değil hakikatin bizzat kendisidir. Hakikati eğip bükerek, şekilsel uydurmalar yaparak, bir takım ilmî(!) çıkarımlarda bulunmak dini oyun edinmektir. Bu uydurmacı yaklaşımlar ilmin değil cehaletin ürünüdür.
 
Biz Müslümanların görevi özüyle sözüyle bir olmak, inancımızdaki sadakatimizi yönelim ve sadakalarımızla ortaya koymaktır. Rabbimizin bizden isteği budur; dini sadece O’na has kılmak. Zira dinin sahibi O’dur. Kuralları koyan O’dur. Uydurduğumuz çözümleri dinin hükmü gibi sunmak en hafif ifadesiyle cehalettir.  
 
Allah elçisinin “Oysa onlar samimiyetle dini Allah’a has kılmak suretiyle yalnız O’na kul olmak, yönelimi ortaya koymak ve zekâtı vermek üzere emir almışlardı. İşte geçerli olan din budur.”[1] mealindeki tebliği bu konuda bizleri açıkça uyarmaktadır.
 
Maalesef insanlar görmek istedikleri gibi görmek, işlerine geldiği üzere davranmak gibi bir gafletin karanlığında debelenip duruyorlar. Sorgulamıyorlar. Akıllarını kullanmıyor, hakikati aramıyorlar. Fırsat ellerinde iken fırsatı değerlendirmiyorlar. Sonra da bir takım dinî(!) eylemlerle sorumluluktan kurtulabileceklerini sanıyorlar. Daha da ötesi bu cehaleti benimsemeyenleri cahillikle, sapkınlıkla suçluyorlar.
 
Biz Allah’tan daha merhametli miyiz ki Ölümüze olan merhametimizden ötürü işi kılıfına uydurmaya kalkışıyoruz? İş merhametle olacaksa merhametliler merhametlisinin hükmüyle zaten mesele çözülecektir. Biz dinin sahibi miyiz ki sanal çözümler üretiyor din gününün sahibinin hükmüne uymuyoruz? Bilmiyoruz ya da görmek istemiyoruz mu ki o gün geldi mi hiç kimseden fidye kabul edilmeyecektir. “İman eden kullarıma söyle: Bir alışverişin, bir dostluğun bulunmadığı gün gelmezden önce yönelimi ortaya koysunlar[2] ve kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden gizli açık infak etsinler”[3] ayetini okumuyor muyuz?  Kişinin sınavının hayatın bitimiyle son bulacağını dikkate almayıp ölüyü kurtarmaya kalkışmamız ne diye? Yoksa öldüğümüzde bu fidye tezgâhıyla paçayı kurtarırız ümidiyle mi uydurmalara inanıyoruz, uydurukça davranıyoruz? Hiç mi okumuyoruz? Rabbimiz “Ey iman edenler! Kendisinde alışverişin, dostluğun ve şefaatin olmadığı bir gün gelmezden evvel bahşettiğimiz rızıklardan infakta bulununuz. Doğrusu kâfirler buyruklarımıza uymayan kimselerdir.”[4] buyurmuyor mu?
 
Şu anlayışa bakar mısınız?  Din bu mudur? Bir tezgâh kurup karşımıza birilerini oturtarak karşılıklı “aldım kabul ettim, hibe ettim” diye tekrar tekrar oyun oynarcasına el ve ağız hareketleriyle bir insanın yaşarken ortaya koymadığı yönelimi ortaya koydurmuş oluyoruz ve ıskatı salat yapıyoruz, namaz borcunu düşürüyoruz öyle mi? Tutmadığı oruçları ağız ve el oyunlarıyla tutturmuş gibi oluyor, oruç borçlarından kurtarıyor, ıskatı savm yapıyoruz öyle mi? Bir de utanmadan bu oyunu oynamayan yakınları ölüsüne sadakatsizlikle suçluyor ve eleştiriyoruz öyle mi?
 
Peki, bir defacık olsun başımızı ellerimizin arasına alalım ve düşünelim. Bu yaptığımız eylem Allah’ı kandırmaya kalkışmak gibi cehaletin zirvesi bir eylem değil mi? O gün alış veriş yok, şefaat yok, fidye yok buyrukları[5] bize hiçbir şey hatırlatmıyor mu? Bu yaptığımız, dini oyun ve eğlenceye çevirmek değil mi? El çabukluğu yaparak bir kimseyi aklamaya kalkışmak haddi aşmak değil mi? “Dinlerini oyun ve eğlence edinenleri bırak. Zira onları dünya hayatı aldatmış. Kişinin elde ettiklerine karşılık alıkonacağını onunla[6] hatırlat. Kişinin Allah’ın dışında ne bir velisi ne de bir şefaatçisi vardır. Fidyenin her türünü denkleştirse dahi kendisinden alınmaz. İşte onlar elde ettiklerine karşılık alıkonan kimselerdir. Hakikati görmezden gelmiş olduklarından ötürü kendilerine kızgın bir içki ve elim bir azap vardır”[7]ayeti bize bir şey söylemiyor mu?
 
Bunun gibi daha nice saçmalıklar. Orucunu bile bile bozana şimdi sen sefere çık ki seferî hükmünde olursun ve sorumluluktan kurtulursun şeklinde akıl satmalar. Birde bunları yapmakla âlim(!) olmalar. Sanki Allah’ gerçeği bilmiyormuşçasına yeni durumlar ortaya koymaya kalkışmalar. “De ki: Dininizi Allah’a mı öğretiyorsunuz? Allah, göklerde ve yerde olanı bilir. Doğrusu Allah, her şeyi bilendir”[8] buyurmak suretiyle Rahman’ın “yok öyle dini bana öğretmeye kalkışmak!” buyruğu karşısında ne diyeceksiniz?
 
Ey dini gerçek değil hayal sananlar! Siz hayallerinizle avunun. Ey dini gerçek hayatın içinde arayanlar sizler ancak Allah’ın buyruğuyla teslim olun.
 
 
 
 
 
 
                                            Mustafa Ayas
                                           30 Eylül 2010
 
 
      

[1] Beyyine, 5
[2] Namazı kılsınlar
[3] İbrahim, 31
[4] Bakara, 254
[5] Bkz; Bakara, 48, 123 / Ali İmran, 91 /  Maide, 36 /
[6] Kur’an’la, Allah’ın vahyi ile.
[7] Enam, 70
[8] Hucurat, 16

11 Ağustos 2010 Çarşamba

Ramazan İklimi Takva Eğitimi

Her bahar yeni bir doğuştur; diriliş mevsimidir hayat sürecinde. Tüm hücrelerine kadar yenilenir her şey, yeniden filizlenir. Bir başlangıçtır yıl için. Hep tekrarlanır bu süreç, hayat yenilenir.
Yılların baharı olur da insanların baharı olmaz mı? Hayat yenilenir de insan yenilenmez mi? Yenilenir elbet. Bir bahardır ramazan insan için. Yeni bir doğuştur. Diriliştir, yeni bir başlangıçtır. Kulluk sürecinde hayatın anlamını hatırlatan bir başlangıçtır. Öyle bir başlangıçtır ki sadece Allah’a kul olunması gerektiğini hatırlatır insana. Sünnetullah yasası hayat verir böylece, fıtrat yenilenir. Bir aşıdır bu; hayat aşısıdır. Koruma etkisi bir yıl kadar süren bir aşı. Takva denir adına. Kur’an eczanesinden sunulmuştur insana.
Girilir ramazan iklimine vahiy kapısından, zihinler Kur’an ile beslenir. Bir açlık provası değildir bu, takva eğitimidir. Kur’an ile tanışmaktır hedef, vahiy ile inşa olmaktır. Tıpkı ramazan ayı gibi, kadir gecesi gibi Kur’an ile hayat bulmaktır.
Kur’an öyle bir kitap ki indiği ayı kılmış ramazan, indiği geceyi kılmış kadir. Gerektir insana bilmeli kadir. Ramazanın kadrini bilmeli insan, kadirin kadrini bilmeli. En önemlisi ramazanı ramazan kılanın kadrini bilmeli. Kadiri kadir kılanın kadrini bilmeli. Bu ayda Kur’an’ın kadrini öğrenmeli. “Ramazan öyle bir ay ki inmiştir onda Kur’an. Hidayettir insanlara, hidayetin ve furkanın beyyineleridir. Sizden kim ki şahit olur bu aya oruç tutsun onda mutlaka…” “Hiç şüphe yok ki biz onu kadir gecesinde indirmişizdir. Nereden bileceksin ki kadir gecesi nedir! Kadir gecesi bin aydan hayırlıdır.”
Bu ayı aç susuz geçirmek değil marifet. Kur’an ile tanışabilmek, onunla inşa olabilmek en büyük nimet. Kur’an hayat kitabıdır bizlere, “…takvalılara yol gösterir” . Takvalı olabilmektir hedef ramazan buna yol verir. Ölçümüz Kur’an olmalı, hayatımız onunla aydınlanmalı. Ama bu ne mümkün? Okumalı anlamalı. Okumak anlamaktır, anlamak da yaşamak. Okuruz hep, nedense anlamadan. Aslında okumak denmez buna hatim desek bile. Yıllarca durmadan hatim indirsek bile. Hiç düşünmeyiz ne diyor, bizden ne istiyor? Sevabına deriz geçeriz, onunla ölüleri besleriz. Oysa buyurur Rahman “Yaşayanları uyarmak için indirilmiştir…” Ama kulak asmayız, dikkate almayız. Ömür boyu seslendiririz hep. “Ya açar nazmı celilin bakarız yaprağına yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına. İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin, ne mezarlıkta okumak ne de fal bakmak için.”
İşte ramazan Kur’an ile tanışma günüdür. Tanışıp onunla inşa olma günüdür. Anlar isek yaşar isek yeniden hayat bulma, doğma günüdür. Geleceğe dönük takva aşısı olma günüdür. Onun için bahşolundu ramazan bizlere, onun için farz kılındı oruç bizlere. Her şey sabırla mümkün; yanlıştan uzak durmak, uygun olanı yapmak. Bunun için gerekiyor takva aşısı olmak. Ramazan olur bizlere sabır ilacı, takva aracı. Onun için emir buyrulur oruç sayacı. “Ey iman edenler! Oruç sizden öncekilere yazıldığı üzere size de yazıldı ki takvalı olasınız.” buyuruyor Rahman, orucun maksadını takva olarak belirliyor. Orucun takva eğitimi olduğunu bildiriyor.
Rabbe hakkıyla teslimiyet gösterebilmektir takva. Seslendirmek değil anlayarak okumaktır. Anladığına bihakkın uymaktır. İşte geldi ramazan iklimi. Başlıyor takva eğitimi. Mübarek olsun hepimize. Alalım Kur’an’ı elimize.





9 Ağustos 2010



1-Bkz Zariyat, 56
2-Bakara,185
3-Kadir, 1-3
4-Bakara, 2
5-Yasin, 70
6-Mehmet akif Ersoy (Safahat)
7-Bakara, 183

6 Haziran 2010 Pazar

Akıl Kalbe İstinaden Çalışır

“Bedende bir organ vardır; sağlıklı olduğu zaman bütün beden sağlıklı olur, bozulduğu zaman bütün beden bozulur. Bilmelisiniz ki o, kalptir”[1] Tüm vücudun beslenmesini o sağlar. Hücreleri canlı tutar. Sistemin lokomotifidir. Gereğince çalışmadığı an sistem kilitlenir. Fıtrat bozulur. Her şey tersyüz olur. İşte kalp mühürlenmesi budur. Bu durumda hiçbir şey gereğince çalışmaz ve maksat hâsıl olmaz. 
            Maksat nedir? Hakikat; yani hakikati bulmak ve ona uymak. Kişinin maksadı bu olmalıdır. Eğer maksat bu değilse, niyet başkalaşmışsa lokomotif ters yöne dönmüştür. Olması gerekenin tersi yöne… Bu durumda neyin ne olduğu önem arz etmez. Arzular önem kazanmış, kafalar kuma gömülmüştür. Artık gerçekler görülmemekte, görülmek istenmemektedir. Kâfir olma moduna geçilmiştir. Hakikati görmeme,  görmezden gelme moduna.
            Bu moddaki yöneliş hüsrandır. Artık zan denizinde bocalama başlamıştır. Alıcılar kapanmıştır. Kapkaranlık olan böyle bir dünyayı aydınlatacak hiçbir ışık yoktur. Tek çare teslimiyet moduna geçmek hakikatin önünde eğilmektir. Aksi takdirde hiçbir etken, fayda vermeyecektir. Bu durum ilahi kelamda şöyle ifade edilir. “Doğrusu kâfirleri (Hakikati görmezden gelenleri) uyarsan da uyarmasan da fark etmez. İnanmazlar. Allah kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözleri perdelidir. Onlar için büyük bir azap vardır”.[2] Allah kalplerini mühürlediği için hakikati görmemekte değillerdir. İşin aslı hakikati görmek istemedikleri için Allah’ın kalplerini mühürlemiş olmasıdır. Zira Allah’ın yasasına göre kafasını kuma gömen, etrafındaki hakikatlere göz yuman kör hükmündedir. Ama bu körlük kişinin kendi kendisini karanlığa mahkûm etmesi anlamında bir körlüktür.
            Yöneliş modu kalpte belirlenir. Her şey niyete göre şekillenir. Bu bakımdan öncelikle ve ivedilikle niyetimizi sorgulamalıyız. Küfür modundan teslimiyet moduna geçmeliyiz. Önce hükmü verip hakikati bu doğrultuda eğip bükmek yerine hakikatin önünde eğilmeli hakikatin ışığında yönelmeliyiz.
            Bilginin kaynakları üç olarak gösterilmektedir. Beş duyu, akıl ve sadık haber(vahiy). Kanaatimce bu tanılama yanlıştır. Zira kaynak bir şeyin alındığı yerdir. Kaynağa ulaştıran aracılar kaynak değil bir vasıtadır. Bir suyun kaynağı o suyun çıktığı yerdir, gözesidir. O kaynaktan bize suyu ulaştırmakta olan boruları da kaynak olarak belirlemek o borulardan karışacak olan eklentileri de kaynağa katmak olur. Bu, o suyun hakiki niteliğini başkalaştırma anlamına gelir. İşin aslı şudur. Kaynak başka, kaynağa ulaştıran araçlar başkadır. Bu bakımdan bilginin kaynağı ve bilgiye ulaşma noktasında etken unsurları birbirinden ayırmak gerekir. Bilginin kaynağı Allah’ın kitabıdır. Yani Allah’ın ayetleri. Allah’ın ayetleri tekvini ve tenzili olmak üzere ikiye ayrılır. Tekvini ayetler Allah’ın yarattığı her şeydir. Evren ve evrendeki her şey… Tenzili ayetler ise kâinatın kullanma kılavuzu mahiyetindeki vahiydir. Yaratılan her şey bu bakımdan Kur’an’da bir ayet olarak tanımlanmaktadır.
            Bilginin kaynağına ulaşabilme ve hakikati kavrayabilmenin ön koşulu tüm ön yargılardan arınmak hakikate teslim olmaktır. Yani kaynağa yönelirken amaç gerçeği görmek ve kabullenmek olmalıdır. Niyetimiz bu olmazsa ne kadar imkânımız olursa olsun, ne kadar zeki olursak olalım hakikate değil yanlışa yol alırız. Hakka değil batıla uyarız. Aydınlığa değil karanlığa çıkarız. Buradan anlaşılıyor ki kalp bilgiye ulaşma noktasında aklın yönünü belirleyen bir unsurdur, aklın makinistidir. Yani kişinin ne yönde düşüneceğini neyi nasıl göreceğini, neyi nasıl tanılayacağını, niyeti belirlemektedir. Akıl bilginin kaynağı değil amaca ulaşmanın aracıdır. Bir veri işleme sistemidir. Bir tür veri işleme fabrikası…
            Aklın işleyeceği malzeme ise bilginin kaynağından alınan verilerdir. Bu veriler kalbin yön verdiği doğrultuda işlenerek tanılanır. Eğer kalp yani niyet akla hakikat önünde eğilmeyi emrediyorsa, gerçekleri görme noktasında işlemesine yön veriyorsa akıl gerçeklere yönelir. Yok, arzular doğrultusunda yön veriyor ve gerçekleri eğip bükmesini emrediyorsa bu durumda akıl sadece saptırmaya yönelir. Kaynaktan gelen verileri saptırmaya…
Kaynaktan, yani Allah’ın tekvini ve tenzili ayetlerinden alınan verilerin akıl fabrikasına ulaşmasının aracıları ise beş duyudur. Görme, işitme, koklama, tatma ve dokunma duyuları. Bu duyular sadece kaynaktaki verileri ulaştıran bir araçtırlar. Bu verilerin işlenip anlaşılması ve tanılanması ise daha sonraki süreçte kalbin yön verdiği doğrultuda akılda gerçekleşir. Onun için Allah düşünmeyi kalbe nispet etmiştir. Zira akıl kalbe istinaden çalışır. “Onlar, Kur’an’ı hiç düşünmüyorlar mı, yoksa kalpleri üzerinde kilitler mi var?”[3] Kalp kilitlenince sistem kilitlenmiştir.
Bizim görevimiz münazara metodunu terk etmek olmalıdır. Niyetimizi düzeltmeli ve Allah’ın ayetlerini okumalıyız. Tekvini ve tenzili ayetlerini… Eğer Allah’ın ayetlerinden önce başka şeyleri okursak ve birilerini ulema kabul edip söylenenleri peşinen kabullenirsek, araştırmadan sorgulamadan atalar yolunu izlersek ön yargı kılıcını kuşanmış oluruz. Bu durumda herkes kendi yetiştiği kültürden ezberlediği zanlarını savunmak için yola çıkar. Ayetleri okuruz ama gerçeği görmek için değil kendi zannımızı ispatlamak için, kendi mezhebimizi savunmak için. İşte bu anlayış münazara anlayışıdır. Doğru olmasına yanlış olmasına bakmadan hakikati bu yolda vasıta kılmak eğip bükmek anlayışı,,. Hâlbuki Kur’an’ın emrettiği istişare anlayışıdır. Hakikati araştırma, bildiklerini paylaşma anlayışı.
Münazara metoduyla hareket edenler gözü kara bir şekilde hakkı batıl düşüncelerine alet ederler. Hakikati zanlarını ispatlama amacıyla eğip bükerler. Bu bakımdan mezhepler arası ya da inançlar arası tartışmalara baktığımız zaman karşılıklı delil getirmeye kalkıştıklarını hatta çoğu zaman iki tarafın da aynı ayeti birbirlerinin yanlışlığını ispat üzere kullandıklarını görürüz. Bunun en bariz örneği Kur’an ayetlerinin Necranlı Hıristiyanlar tarafından Hz İsa’nın tanrılığına delil getirilmeye kalkışılmış olmasıdır.  Hz peygambere “Sen İsa’nın Allah’tan bir kelime olduğuna inanıyor musun? Sen İsa’nın Allah’tan bir ruh olduğuna inanıyor musun?” diye soran insanlar peygamberin evet cevabı karşısında “Bak işte senin kitabın da İsa’nın Allah’ın oğlu olduğunu söylüyor” anlamında sözler söyleyebilmişler ve peygamberin açıklamalarını dinlememişlerdir. Zira amaç bir şeyi ispatlamak olunca, zannımızı ve ezberimizi ispatlamak üzere ayetlere yaklaşınca o ayetler sapmamızdan öte bir işlev arz etmemektedir. 
İşin ilginç bir yönü de şudur. İslam âleminde bu ayetin[4] Kur’an’ın bir kısım ayetleri anlaşılamaz şeklinde ezbere dönüştürülmüş olması… Hatta “Burada durulmalıdır, geçilmelidir. Durursak sadece Allah bilir geçersek âlimler de bilir” şeklinde kısır bir tartışmanın yapılmakta olması. Bu ezberden çıkılamaması ön yargının hakikat önünde nasıl perde olduğunu ortaya koymaktadır. Öyle ki Bazı ayetleri okuduğunuz zaman insanlar mezhepleri uğrunda zanları yolunda “Bu ayeti okuma! Zira bu ayet müteşabihtir anlaşılamaz. Anlamını sadece Allah bilir. Bu tür ayetlere kalplerinde eğrilik olanlar yönelir” diyebilmektedirler. Hâlbuki Ali İmran 7. ayet Kur’an ayetlerinin Allah’ın hitabı olduğunu, bu yüzden ayetleri açıklama yetkisinin Allah’a ait olduğunu kalplerinde eğrilik olanların ise bu ayetlere fesat çıkarmak üzere yöneldiklerini ve Allah’ın açıklamalarına değil kendi arzularına, zanlarına uyduklarını vurgulamaktadır. Tıpkı Necranlı Hıristiyanların yaptığı üzere ki zaten ayetin nüzul sebebi de budur. Yoksa bu ayet müteşabih ayetleri okumanın, onları anlamaya yönelmenin kalpte fitne olması anlamına geldiğini söylememektedir. Ayetin söylediği kalplerinde eğrilik olanlar fesat çıkarmak için yani saçmalıklarına alet etmek için bu ayetlere yönelirler. Kalplerinde eğrilik olmayanlar ise bu ayetlere anlamak ve teslimiyet göstermek üzere eğilirler. Onun tevilini ancak Allah bilir demek ise o ayetin hakiki anlamını açıklamayı ancak Allah bilir demektir ki samimi olanlar Allah’ın açıklamalarını dikkate alırlar. İyice araştırır ve Allah’ın ayetine uyma noktasında zanlarını değil Allah’ın ayetlerini, açıklamalarını dikkate alırlar. Zira Allah ayetlerini açıklamıştır, apaçık ortaya koymuştur. Bu bakımdan “Elif, Lâm, Râ; Öyle bir kitap ki, ayetleri hâkim kılınmış sonra en doğru kararı veren ve her şeyden haberdar olan tarafından açıkça ortaya konmuştur”[5] buyrulmaktadır. Kalplerinde eğrilik olanlar Allah’ın bu açıklamalarını değil kendi zanlarını, ön yargılarını dikkate alır, ayetleri eğip bükerler. Samimi olanlar ise Allah’ın açıklamalarını dikkate alır, ayetlere teslimiyet gösterirler. İşte bu samimiyet üzere davrananlar ayette “ilimde rusuh sahibi olanlar” olarak nitelendirilmişlerdir. İlimde rusuh sahibi olmak demek ilmî açıdan iyice araştırıp delillerden hareketle hakikate ulaşmak demektir. Herkes inancı, düşüncesi ve davranışı öncesi hakikati görmek ve bilmek zorundadır. Yani âlim olmak zorundadır. Âlim olmazsa zalim olur.[6] Zaten “Biz inandık, hepsi Rabbimizin katındandır”[7] diyebilmenin şartını ilgili ayet[8] ilimde rusuh sahibi olmak olarak açıklamıştır. Tüm Müslümanlar “Biz inandık, hepsi Rabbimizin katındandır” demek zorunda olduğuna göre tüm Müslümanlar âlim olmak zorundadır. Yani ayetlerin hakikatini iyice araştırıp öğrenmek zorundadır. Aksi takdirde “Biz inandık” demeleri mümkün gözükmemektedir.
Demek ki asıl mesele şudur. Tüm ön yargılardan arınmalı, hakikate uymak üzere yola çıkmalıyız. Aklın kalbe istinaden çalıştığını unutmamalıyız. Arzularımızı ispatlamak uğruna zanna uymak yerine hakikate teslim olmak üzere ilme dayanmalıyız. Hakikati araştırmalıyız. Hakikatin önünde saygıyla eğilmeliyiz.
 
 
 
 
 
 
Mustafa Ayas
          06 Haziran 2010


[1] Buhari; İman, 39 / Müslim; Müsakat, 107
[2] Bakara; 6,7
[3] Muammed; 24
[4] Ali İmran;7
[5] Hud; 1
[6] Bu konuda Âlim olmak ya da zalim olmak konulu yazımıza bakılmalıdır.
[7] Ali İmran; 7
[8] Ali İmran; 7

19 Mayıs 2010 Çarşamba

Önce Aynaya Bakmak Gerek

İmtihan bireysel, herkes kendi amelinden sorumlu. Ama nedense hep başkalarını sorgularız. Başkalarını eleştirir, ötekileştiririz. Atalarımız boşuna dememiş “İğneyi kendine çuvaldızı başkasına…”diye. Kendimizi birazcık görebilsek, aynaya bakabilsek çok şey değişecek, anlayabileceğiz gerçeği.   
Niyetimiz ne? Doğru olmak mı? O zaman bakalım önce kendimize. Biz doğru muyuz? Emin miyiz halimizden? Yoksa zan mı yapıyoruz, bihaber miyiz ilmimizden? Yol ayrımı burada başlıyor işte. Eğer duruşumuz doğru, dayanaklarımız sağlam ise; eğer niyetimiz samimi ise yön vermeliyiz kendimize. Doğru yolda yürümeliyiz. Ama neresindeyiz bu işin? Yapıyor muyuz görevimizi? Yoksa başkalarına mı bakıyoruz? Başkalarına bakıp hedef oklarımızı yöneltmek üzere bahane mi arıyoruz?
Nedense Kendimize yön verecekken başkalarıyla uğraşırız. Kendimizi düzeltmeden başkalarını düzeltiriz(!). Sanki bizi bizden sormayacaklar, başkalarından sorgulanacağız. Yapmak adına kırıp döküyoruz. Kendimizi sorgulamıyoruz. Öyle ya biz Hakkın temsilciyiz, her halükarda doğruyuz(!) Çıkarmışız kendimizi temize, aklanmışız. Daha da öte Hakkın yerine geçmiş ölçü olmuşuz. Bu yetkiyi Allah’tan almışız ya(!) “…kendinizi temize çıkarıp durmayın. O, kimin sorumluluğunu yerine getirdiğini daha iyi bilendir”[1] buyruğunu unutmuşuz. Hem “İyiliği insanlara emrediyor da kendinizi unutuyor musunuz? Üstelik Kitabı da okuyorsunuz. Aklınızı hiç mi kullanmıyorsunuz?”[2] uyarısının muhatabı da biz değiliz(!) Öyle ya, bu ayet Müslümanlardan bahsetmiyor, Yahudileri uyarıyor(!) İşte ondan dikkate almıyoruz.  
Bölünmüşüz, bölük pörçük olmuşuz. Birbirimizle hakkı aramak üzere dertleşmeyiz. Kendimizi ispata çalışırız. Doğru biziz, ehlisünnetiz. Öyle ya sünneti izleyeniz. Doğruyu göstereniz. Ya da Şiayız, ehlibeytin izindeyiz. Peygamberi ve ailesini çok seveniz. Doğru yol bizdedir. Biz doğru yolu izleyeniz. En doğrusu ashabı izlemektir. Sağlam neslin peşinden gitmektir. O yüzden doğru biziz. Biz selefiz. Selefin izindeyiz. Uyun gelin bize, uymayın nefsinize.
Ne kadar kişiyi yola getirirsek yolumuz o kadar aydın. Önemli olan insanlığı kurtarmak. Bizim kurtuluşumuz zaten tamam. Ahirette şefaatçimiz de var. Her ne kadar“Hiç kimsenin kimse için bir şey ödeyemeyeceği, kimseden şefaatin kabul edilmeyeceği, kimseden fidye alınmayacağı, kimseye yardım edilemeyeceği bir güne dönük sorumluluklarınızı yerine getirin”[3] buyrulsa da biz imtihanı geçmişiz(!)
Her ne kadar imtihan bireysel olsa da, hesaba çeken yüce Rab olsa da biz işimize bakarız. Ölçüyü alırız elimize. Herkesi dolarız dilimize:
—Yanlış yolda sizsiniz! Sünnet inkârcı sizsiniz! Çıkmışsınız yoldan! Sünneti terk etmişsiniz! Kur’an’ı anlayamazsınız! Sizin ilminiz ne! Eskiler okumamış mı? Eskiler anlamamış mı? Siz mi anlıyorsunuz? Ashabı, imamları unutuyor musunuz?
—Sünnet inkârcı değiliz. Yüce Rab buyuruyor. Resul de ona uyuyor. Ayeti okumuyor musunuz? Hadisleri cımbızlıyor musunuz? Ashap demekle olmuyor. İmamlar demekle olmuyor. Onlar bu durumu nasıl okumuş biliyor musunuz? Hem atalar dinine uymak niye? Buyurmuyor mu Rab? “Onlara “Allah’ın indirdiğine uyun” dendiğinde “bilakis, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuza uyarız” derler. Ya ataları bir şeyi akledemiyor ve doğru yolu göremiyorsa?”[4]
—Atalar dini mi dedin? Ne zaman atalar dini oldu geleneğimiz? Atalar dini olur mu hiç mezhebimiz? Biz doğru yoldayız bir kere! Müşrikleri ve atalarını yeren ayeti okuyorsun bize.
Tartışmalar sürüp gidiyor. Samimiyetle Furkan’a[5] gidilmiyor. Herkes kendince uyarıyor. Bir uyarsak kendimizi, düzeltsek niyetimizi, düzelirdi her şey, düzeltsek nefsimizi. Bu ne kadar sürer ki? Bir ömür ne ki? İnsan hayatı çok kısa. Kısacık bir dönem için bu ihtiras niye ki? Neden zanna uyarız? Neden ötekileri suçlarız? Kendimize bakabilsek, niyetimizi sorgulayabilsek yapacağız en iyi işi.
Bakalım artık niyetimize belirleyelim hedefimizi. Hakkın yanında olalım, önce kendimizi uyaralım. Başkalarını uyaracaksak örnek insan olalım. Her işin başı niyet. Niyetindeki ne ise, odur sana kısmet. “Ameller niyetlere göredir. Herkes için niyetinin karşılığı vardır. Kimin hicreti Allah’a ve resulüne ise onun hicreti Allah’a ve resulünedir. Kimin hicreti elde edeceği dünyalığa ya da evleneceği bir kadına ise onun hicreti hicret ettiği şeyedir.[6] Dön artık Allah’a hicret et. Ya da dünyalığa minnet et. Ama sakın unutma “…Ahirete nazaran dünya hayatının menfaati yok denecek kadar azdır”.[7] Kararı verme zamanı. Kendine dönme zamanı. Ya aynaya bak haddini bil! Ya da hani sende samimi dil!
 
 
 
 Mustafa Ayas
  18. 05. 2010


[1] Necm, 32
[2] Bakara, 44
[3] Bakara, 48 Benzer ayetler için bkn. Bakara, 254; Enam, 51; Enam, 70
[4] Bakara, 170
[5] Kur’an’a, Ölçüye
[6] Buhari, Müslim, Ebu davut
[7] Tevbe, 38

1 Mayıs 2010 Cumartesi

Alim Olmak ya da Zalim olmak

İnsanoğlu ya âlimdir ya da zalim. Âlim, ortaya konan bir eylem veya söylemin yahut peşinden gidilen bir anlayışın bilgisine sahip olan kişidir. Kelime olarak Arapça kökenlidir ve bilme eyleminin öznesi yani failidir.  Bilme eylemi Arapçada ilim olarak ifade edilir ve bu haliyle Türkçeleşmiştir.
            Her eylem bir gayreti, bir çabayı ifade eder. Bilmek yani âlim olmak eylemi de olayın gerçek yüzüne vakıf olma, işin hakikatine varma yolunda ortaya konan gayreti ve elde edilen delillerle ulaşılan gerçekliği ifade eder. Bu gerçeklikten hareketle ortaya konacak eylem ve söylemler ulaşılması hedeflenen durum açısından çok önemlidir. Zira hareket noktası gerçeklik olunca davranışımızı adalet üzere gerçekleştirmemiz mümkün olacaktır.  
            Evet, Âlim olmak ya da zalim olmak! Burası yol ayrımının gerçekleştiği noktadır. Zira ulaşılacak durumun hakka hukuka uygunluğu bu noktaya bağlıdır. Toplumumuzda âlim kelimesi kişinin herhangi bir eylemi öncesi sağlam dayanakları olan bir bilgiye sahip olma durumunu değil, toplumda diğerlerinden ayrı bir statüye sahip olma, diğerlerinden ayrıcalıklı bir konumda olma, her şeyden haberdar olma durumunu ifade eder olmuştur. Böylece bu kültürde yetişen, bu anlayışla beslenen nesiller artık olaylara bu pencereden baktıklarından gerçekliğe ulaşma diye bir hedefleri olmamış ezber ve ön yargı temelli bir eğitim anlayışı zuhur etmiştir. “Biz bilmeyiz âlimler bilir” “Biz anlamayız âlimler anlar” şeklinde tezahür eden bu anlayış toplumsal gelişmenin gerçekleşmesinin önündeki en büyük engeldir. Müslüman neslin adaleti gözetmesi ve tüm eylemlerde ilme dayanması, toplumun ilim temelinde inşası ancak zihinlerdeki bu algıyı düzeltmekle mümkün olacaktır.  Evet, âlim kelimesi her şeyi bilir olma durumunu değil bir eylem öncesi o konuda sağlam delil ve dayanaklara ulaşma, işin iç yüzüne vakıf olma durumunu ifade eder. İnsan her eyleminden sorumlu olduğu için hayat boyu öğrenmek, bilmek yani âlim olmak faaliyeti içindedir. “İki günü eşit olan aldanmıştır” sözü de bu süreci ifade etse gerektir.  
            Kişi eylemi öncesi âlim olmazsa, yani olayın iç yüzüne vakıf olmaz, sağlam delillere dayanmazsa zanna tabi olmuş olur. Falan âlim böyle dedi filan âlim şöyle dedi şeklindeki bir yaklaşım tarzı bizi zanna uymaktan alıkoymaz. Zira bu yaklaşım tarzı bir ön kabule dayanmakta olup olayın iç yüzünü araştırmamıza engel olur. Oysa eylemimiz öncesinde âlim olması gereken biziz başkası değil.
Zalim olmak; hakka uymamak, hak tanımaz olmak anlamına gelir. Bunun için Kur’an sadece Allah’a has kılınması gereken kulluğu O’na has kılmamayı en büyük hak tanımazlık olarak nitelemiş ve “Doğrusu şirk gerçekten büyük bir zulümdür”[1]  buyurmuştur. Hakkı gözetip adalete uygun eylemlerde bulunmak ancak ilim üzere hareket etmekle mümkün olacağından âlim olmak her Müslümanın en önemli görevidir. Zira yüce Rabbimiz bir yandan Allahtan korkmamızı, kendisine karşı sorumluluklarımızı yerine getirmemizi emrederken diğer yandan Allah’a karşı sorumluluklarımızı yerine getirmemizin ancak âlim olmakla mümkün olacağını ifade etmiştir. “Ey iman edenler! Allah’a karşı sorumluluklarınızı yerine getirin ve doğrularla beraber olun”[2] ve “… Doğrusu kulları arasında ancak âlimler Allah’a gönülden bağlılık gösterebilir …” ayetleri bu durumu açıkça ortaya koymaktadır. Kur’an’ın ilk ayetinin “oku” olması[3], bir haberi dikkate alıp eylemi ortaya koymadan önce konunun mutlaka araştırılmasının emir buyrulması[4], zanda bulunmanın günah olarak nitelendirilmesi[5] Kur’an’ın âlim olmayı muhataplarına emir buyurduğunun açık göstergeleridir. İslam’ın doğuşuyla insanlığı karanlıklardan aydınlığa çıkaracak nur doğmuş[6], zanna uyma dönemi kapanmış, âlim olma dönemi başlamıştır. Zanna uyan Mekke toplumu cehalet toplumu olarak nitelendirilmiş zannın karanlık dünyası ortadan kaldırılmış ilim üzere eylemlerde bulunan yeni bir toplum inşa edilmiştir. İnsanoğlu beş duyusuyla[7] etrafından haberdar olma imkânına kavuşturulmuş, elde edilen verilerin ne doğrultuda kullanılacağının belirlenmesi açısından vicdan ile donatılmıştır.  Hakkı gözetmesini sağlayan bir kalp ile donatılan insanoğlu eldeki verileri işleyip değerlendirmesi noktasında akıl denen bir nimete sahip kılınmıştır. Böylece okumak yani anlamak imkânına kavuşturulan insanoğlu bu imkânı kullanmakla sorumlu tutulmuş, bilmediği şeyin ardından gitmesi yasaklanmıştır. Aksi takdirde yaptığından sorgulanacağını unutmaması gerektiği vurgulanmıştır. “Hakkında bilgin olmayan şeyin peşinden gitme! Doğrusu kulak, göz ve kalp; bunların hepsi bu hususta sorumlu tutulacaktır”[8] buyrularak âlim olmadığımız bir durum ve eylemin öznesi yani faili olmamız yasaklanmıştır. Göz, kulak ve kalbin âlim olmamız için bize verildiği vurgulanmıştır. “… De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?...” [9] ayetiyle âlim ile cahil arasındaki uçurum ortaya konmuş.  “…  O halde sakın cahillerden olma!”[10] buyrularak zan üzere hareket etmek yasaklanmıştır.
Yüce rabbimiz zan üzere hareket edenleri uyarmış ve söylediklerinin hiçbir dayanağı olmadığını bildirmiştir. Zanna uyanların yalancı olmaktan öte bir durumları olamayacağını ortaya koymuştur. “Müşrikler diyecekler ki: ‘Allah gerek görse biz de atalarımız da şirk koşmazdık; hiçbir şeyi de haram kılmazdık’. Kendilerinden öncekiler de aynı şekilde inkâra kalkıştılar da nihayetinde azabımızı tattılar. De ki: ‘Yanınızda bir bilgi varsa gösterin bakalım!’ Sadece zanna uyuyorsunuz, sadece varsayım yapıyorsunuz”[11] buyrularak şirkin zan üzere hareket edenlerin düştükleri karanlık bir çukur olduğu vurgulanmış ve ilim üzere hareket etmek emir buyrulmuştur. “Onların çoğu zanna uyuyor. Hâlbuki zan, hakikate yönelik bir şey sağlamaz. Doğrusu Allah yaptıklarını hakkıyla bilendir” [12] ayetiyle zanna uymanın müşriklerin özelliği olduğu, zannın hiçbir gerçeklik ifade etmeyeceği vurgulanmış böylece her Müslümanın âlim olma yani davranışında bilgiye dayanma zorunluluğu ortaya konmuştur.
Gün zanna uyma günü değildir. Gün “Âlimler anlar biz anlamayız” deme günü değildir” İmtihan bireyseldir ve herkes kendi imtihanını vermektedir. Eylemler eylemin sahibinin sorumluluğundadır ve her eylem bilgi üzere gerçekleştirilmek durumundadır.  Müslüman, hakkında bilgisi olmayan şeyin ardından gidemez. Müslüman her eylemi öncesinde araştırmalı, soruşturmalı, bilgi sahibi olmalıdır. Müslüman âlim olmalıdır. Bunun başka yolu yoktur. Âlim olmamanın sonu zalim olmaktır. En büyük zalimlik ise şirktir. Zira hak tanımazlığın en büyüğüdür. Hakk’ın, affetmeyeceği tek suç ise bu hak tanımazlıktır.[13]
 
 
 
                                                                                                Mustafa Ayas
                                                                                                 01. 05. 2010


[1] Lokman, 13
[2] Tevbe, 119
[3] Alak, 1
[4] Hucurat, 6
[5] Hucurat, 12
[6] Bakara, 257
[7] Görme, duyma, tatma, koklama, dokunma duyuları
[8] İsra,36
[9] Zümer, 9
[10] Enam, 35
[11] Enam, 148
[12] Yunus, 36
[13] Lokman, 13; Nisa, 48

27 Nisan 2010 Salı

Yaratan Rabbin Adıyla Okumak

Hayata gözlerini açtığında insanoğlu, okumaya başlar. Etrafını gözler; görür, duyar, koklar, tadar, dokunur, algılar. Hayat budur devam eder gider. Veriler toplanır bir araya; gruplandırılır, ayrıştırılır; birleştirilir, bütünleştirilir; nihayetinde anlam bulur. Okumaktır işte tüm bu süreçler.
Okumadan yaşanmaz, hayatın kendisidir okumak. Okumak yaşamaktır yaşamak da okumak. Okumak, ama niçin, okumak ama nasıl? İşte asıl mesele budur. Bunun cevabı hayat şuurudur. Hayat bizim için ne ifade ediyor, işte okumalarımız ona göre şekilleniyor.
İnsan için neyi ifade etmelidir hayat, bakışımız nasıl olmalıdır? Gözlerimizi hayata açtığımızda başlarız algılamaya, hemen bu sorunun cevabını aramaya. Gördüğümüz her şey; duyduğumuz, tattığımız, kokladığımız, dokunduğumuz bir hakikattir, bir ayettir tüm veriler bize ulaşan. Vicdanımızda bir çığlıktır, aklımızda bir süreç. Bilgidir ulaştığımız delillere uyunca; hakikattir gördüğümüz samimi olunca. Hakikattir bilgi, dayanağı olan bir süreçtir. Bir sonuçtur, samimiyetin meyvesidir.
Ya zanna uyarız ya bilgiye; ya feda edilen bilgidir ya da elde edilen. İnce bir yol ayrımıdır burası; kalptir insana yön veren, amaçtır hedefi belirleyen. Gerçeği görmek varsa niyetinde teslimiyet gösterirsin, Hakk’a boyun eğer gönülden beslenirsin. İmtihan sürecidir bu, yaşamı belirleyen, imtihan sürer de sürer hiç kesilmez, ta ki bitinceye kadar nefes. Şeytan bir niyetini bozmaya görsün; niyetin bozulursa zanna uyar durursun. Zan peşinde koşarsın artık emellerine uyarsın. Ayetleri eğer büker, hakikati görmezden gelirsin. İşte budur tüm süreç; ya hakka teslimiyet gösterirsin; Müslüman olursun ya da hakikati görmezden gelirsin; kâfir olursun. İnce bir yol ayrımı demiştik işte, ama sonuç bu kadar uzaktır gidişte.
Hayatın anlamını anlatıyor her şey, ayet oluyor hakikatin peşinden gidene. Her gördüğümüzde bir uyum, bir ahenk; birlik var her şeyde. Cansız dediklerin canlı gibi; tabi ki her şey planlı gibi! Hakk’ı haykırıyor görmek isteyene, kapalıdır hakikat görmek istemeyene. Neyi niçin yapacaksın, neye bağlanacaksın? Aslında her şey çok açık, ama anlamak isteyene! Sahibimizi buluyoruz; işte O’na Rabb diyoruz. Sahip sandıklarımız Rabb değil, işte böyle anlıyoruz. Sanı ile hareket etmek bitiyor bilgiyle bağlanıyoruz. Şahidiz artık “eşhedu” diyoruz. Ben şahidim tek ilah, O’dur yaratan Rab. Başka Rab tanımıyorum rabdir sadece Allah. Artık bağlanmak zamanıdır şahadetine, zan bitmiştir şahit oldun bilgine.
Hayatın anlamı imtihandır, okumanın anlamı ise hayat. Hayat Rab’in eseridir, anlamak eserin sahibine uymak. Okuyacaksan zanna uymayacaksın, Hakikate şahit olacaksın. “Yaratan Rabb’in adıyla oku”[1] O’nu gör, O’nu düşün. Hakk’a teslimiyet göster. İşte huzur bulur, kim ki Hakk’a boyun eğer. “Ben cinleri ve insanları bana kulluk etsinler diye yarattım”[2] buyuruyor Rabb. Bize düşer artık yaratan Rabb’e uymak, hakikate teslim olmak.


Mustafa Ayas


[1] Alak, 1
[2] Zariyat, 56