25 Temmuz 2009 Cumartesi

Resmi Bütün Okumak

Kafasındakini ispatlamak isteyen insan görmek istediği gibi görür, görmek istemediğini görmez, göremez.
Gerçeğin belirleyeni değil arayanı olmalıyız. Düşüncemizi, inancımızı, ideolojimizi ispatlamak için olaylara yaklaşırsak gerçeği göremeyiz. İlahi kader budur, eşyanın kaderi böyledir. Kader diyorum. Zira kader ölçüdür. Allah ölçüyü böyle koymuştur.
Bu ölçü her alanda geçerlidir. İnancımızı, düşüncemizi, anlayışımızı yani hayatımızı ilgilendiren bu yasayı dikkate alırsak ufkumuz açılır gerçeği görürüz. Burada önemli olan nerede olduğumuzdur; ya gerçeğin peşindeyiz ya da arzularımızın.
Arzularımızın peşinden koşmamız hakikati görmezden gelmemize ve kalbimizin körelmesine sebebiyet verir. İlahî yasa gereği bu böyledir. Evrenin yasalarını dikkate almak durumundayız. Bu yüzden yüce Rabbimiz “Görmezden gelenleri uyarsan da uyarmasan da, onlar için, fark etmez. İman etmeyeceklerdir. Allah kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir, gözleri perdelidir. Onlar için büyük bir azap vardır” buyurmakta ve insanın görmek istediği gibi görmesinin hakikati görmesini engellediğini ortaya koymaktadır.
Hakikat tektir. Hakikati ortaya koyan tektir. İnsanı yaratan tektir. Ama insanoğlu kendisini hakikatin bir parçası değil de belirleyicisi olarak görünce hakikati görmek istememiş, kendince birçok hakikatler üretmiş ve ilahi yasa gereğince ayrılığa düşüp nimetler ülkesini cehennem ülkesine çevirmiştir. Bu durum yüce kitabımızda “İnsanlar tek nesildir. Allah peygamberlerini müjdeci ve uyarıcı olarak göndermiştir. İlahi kelamı da onlar ile hakkı açıklayıcı olarak indirmiştir ki insanların ihtilaf ettikleri konularda aralarında hüküm verilsin. İlahi kelam verilmiş olanlar kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra sadece ihtirasları, haddi aşmaları sebebiyle aralarında ihtilafa düştüler. Allah, ihtilafa düştükleri konularda kendi iznine istinaden müminlere hakikati gösterdi. Allah, gerek gördüğünü doğru yola iletir” şeklinde ifadesini bulmuştur.
Resmin bütününe bakmak dedik. Bu çok önemli. Zira kişi ihtiraslarının peşinden koşunca, haddi aşıyor. Gerçeği görmeye değil kafasındakini onaylatmaya kalkışınca görmek istediği gibi görüyor, istediği şekilde eğip büküyor. İfadeleri asıl gayesinden saptırıp kendince hakikati ortaya koyuyor. Hâlbuki ortaya koyduğu hakikat değil sadece koca bir yalan. Ama bu yalana öncelikle kendisi inanıyor. Kişinin kendi yalanına kanması ise durumun en acıklı sonu oluyor.
Son on yıldır eğitim dünyamızın gündeminde olan üniversiteye girişte meslek liselilere uygulanan katsayının haklı olup olmadığı konusu tarafların yaklaşımları etrafında düğümleniyor. Taraflar konuya yaklaşırlarken tamamen kendi pencerelerinden baktıklarından söyledikleri en iyimser yaklaşımla hakikatin sadece bir kısmı olabiliyor. Hâlbuki resim ortada. Amaç hakikatin belirleyeni olmak yerine hakikatin izinde olmak olsa konu kendisini açıkça ortaya koyacak. Ama ihtirasların hakikati görmeyi engellemesi sebebiyle konu bir türlü çözülemiyor.
Hala tüm lise mezunlarının eşit katsayı ile yarışmalarını yanlış olarak gören kimselerin ihtirasları o kadar yoğun ki bile bile gemiyi delmekten ve tüm toplumu denize gömmekten geri durmuyorlar. Hâlbuki eşit katsayı ile çarpılması, meslek liselinin düz liseli karşısında öne geçmesini sağlamak bir yana düz liseli ile eşit şartları bile sağlamıyor. Amaç yetenekli, bilgili, üretken insanların toplumun geleceği için en iyi şekilde yetiştirilmesi mi? Hak edenlerin ilgili üniversite ve fakültelerde okuma imkânına kavuşması mı? Memleketin geleceğinin garanti altına alınması mı? O halde kendisi ile eşdeğer eğitim bile almamış bir meslek liseliye karşı düz liselinin korunması, yarışmaya bir adım önde başlatılması niye? Bunun memleketin geleceği açısından ne faydası var? Bunun adalet neresinde? Nasıl oluyor da bu memlekette adaleti sağlamakla görevli hukukçular adalet adına bunu savunabiliyor? Nasıl oluyor da bu memlekette kendisini eğitim bilimcisi sananlar eğim adına bunu savunabiliyor?
Bunun açıklaması çok basit. Mesele şu: Hakikati bulmayı değil de hakikatin belirleyeni olmayı ilke edinen sözde hukukçular, sözde eğitimciler gerçeği saptırıp kendi ihtiraslarına alet ediyorlar. Bu memlekette dinini bilen, Allah’ı tanıyan insanların yetişmesini engellemek uğruna, imam hatiplerin önünü kesmek uğruna tüm meslek liselerini gözden çıkarabiliyorlar. Memleketin geleceğini hiç düşünmüyorlar.
Şimdi resme bütün olarak bakalım. Ben meslek lisesi mezunuyum. Bizim zamanımızda meslek liselerine gitmek bir ayrıcalıktı. Bu okullara her öğrenci gidemez ancak sınavla ve başarılı olanlar gidebilirdi. İlgi, bilgi ve yeteneğine göre öğrenciler seçilirdi. Ama bu öğrencilere üniversitelerin kapıları açıktı. Bu kapı kapanınca, mezun öğrencilere kendi alanlarındaki mühendislik bölümlerine bile gitme imkânı tanınmayınca artık öğrenciler meslek liselerine gitmez oldular. Meslek alanında da din alanında da zeki insanlara bu memleketin ihtiyacı var. Ama artık bu alanları zekâ seviyesi düşük, ilköğretimde başarılı olamamış öğrenciler dolduruyor. Ülkenin geleceği kararıyor. Zira ilköğretimde başarısız olan öğrencilerin aileleri “oğlum sen okumazsın bari dinini öğren, oğlum sen okumasın bari bir meslek edin” diye çocuklarını meslek liselerine göndermeye başladılar. Dahası bizler öğretmenler olarak öğrencileri yönetmelik gereğince yönlendirirken başarılı olanları akademik eğitim, başarısız olanları mesleki eğitim diye yönelttik. Zeki, yetenekli ve ilgili öğrenciler üniversite yolu kapalı olduğu için bu okullara gitmez oldular. Böyle olunca toplumun ihtiyacı olan her alanda bilgili, yetenekli nesiller yetiştirmek ve ülkenin geleceğini onlara teslim etmek imkânı ortadan kalktı. Bu memlekette nüfusumuzu verimli şekilde değerlendirmek, gelecek nesilleri en güzel şekilde yetiştirmek ve memleket için en hayırlı olanı gerçekleştirmek yerine birtakım kimselerin ihtirasları yüzünden neslimizi de geleceğimizi de heba ettik.
Mesele bu kadar basitken hala kendi doğrusuna inananlar kendi haklarında değil ama başkaları hakkında, memleket hakkında, ülkemin geleceği hakkında karar vermeye çalışıyorlar. Aslında bu mevcut durum da sanıyorum ki eğitim alanında geçmişte yapılan benzeri bir sosyolojik hatanın ürünüdür.
Artık gerçeği görelim, görmeye çalışalım. Allah’ın yasalarını anlama noktasında resmin bütününe bakalım. Yüce Rabbimiz, gönderdiği ayetleri bütün olarak okumamızı emretmekte, resmin bütününe bakmamızı öğütlemektedir. Kelamı açıklama yetkisinin kelamın sahibine ait olduğunu vurgulamaktadır. Farklı anlamlara gelebilecek kelimeleri fesat çıkarmak için kafamıza göre yorumlamamızı yasaklamaktadır. “Benim açıklamalarımı dikkate alın, kelimeleri cımbızla çekip ihtiraslarınıza alet etmeyin” demektedir.
“Müteşabih ayetleri sadece Allah mı anlar yoksa derin âlimler mi?” şeklinde bir tartışmaya girişmek yerine resmin bütününe bakmalıyız, Rabbimizin açıklamalarını dikkate almalıyız. Kur’an’ı anlaşılmaz bir kitap haline getirmek ya da sadece “ulema”nın “evliya”nın tekelinde görmek yerine samimiyetle okumalı ve anlamalıyız. Kur’an anlaşılsın ve uygulansın diye, hayat rehberi olsun diye gönderilen bir kitaptır. Samimiyetle anlamak peşinde olan, arzularını bir kenara koyup hakikati arayan herkes Kur’an’ı anlayabilir. Kafasındaki kuruntuları değil ilmi dikkate alan herkes Kur’an’ı anlayabilir. Kötü niyetten uzak, samimice resmin bütününe bakan herkes Kur’an’ı anlayabilir. Sorun Kur’an’ı anlamama sorunu değil anlamak istememe sorunudur. Sorun görmeme sorunu değil görmek istememe sorunudur. Sorun kalplerin mühürlenmesi sorunudur.
Ayetin nüzul sebebine baktığımızda ayetlere kendi istediklerini söyletmeye çalışanlara bir reddiye olduğunu görürüz. “Kafanıza göre öteye beriye çekmeyin, resmin bütününe bakın, Allah’ın ayetlerini bütün olarak dikkate alın, Allah’ın ayetlerini açıklama yetkisi Allah’a aittir” dediğini görürüz.
Ayete yanlış bir anlam vererek “farklı anlamlara gelebilecek ayetleri anlamaya çalışmaktan uzaklaşmamalıyız. Müteşabih ayetleri anlamaya çalışmanın kalplerimizde eğrilik olduğu anlamına geleceğini sanmamalıyız. Yasaklananın, ayetleri kendi düşüncemize alet etmek olduğunu görmeliyiz. Müteşabih ayetleri kalplerinde eğrilik olanların fesat çıkarmak için okuduklarını samimi olanların ise anlamak için okuduklarını bilmeliyiz. Kur’an’ı anlaşılmaz bir kitap gibi algılamaktan uzaklaşmalıyız.
Ayet Necranlı bir Hıristiyan topluluğun Allah’ın elçisine “Sen İsa’nın Allah’tan bir kelime olduğuna, Allah’tan bir ruh olduğuna inanıyor musun?” demesi üzerine Allah’ın elçisinin “Evet inanıyorum” demesiyle bu insanların bu tür ayetleri kendi inançlarına delil olarak sunmaları üzerine inmiştir. Ayetin meali şöyledir. “İlahi kelamı sana indiren odur. Onda muhkem ayetler vardır. Onlar ilahi kelamın anasıdır. Diğerleri ise müteşabihlerdir. Kalplerinde eğrilik olanlar müteşabihlerine fitne çıkarmak ve onun hakikatini açıklamak arzusuyla yönelirler. Hâlbuki Onun hakikatini açıklamayı sadece Allah bilir. İlme dayananlar ise“biz ona inandık her biri Rabbimizin katındandır” derler. Yalnızca aklıselim sahipleri hakkıyla düşünebilir”.
Bu ayet bize resmin bütününe bakmamızı, satır aralarından işimize geleni cımbızla çekip almamamızı emretmektedir. Bu ayet bize samimi olmamızı kendimizi kandırmamamızı emretmektedir. Bu ayet bize kuruntularımızı değil bilgiyi dikkate almamızı emretmektedir.
Samimice okuyalım, anlamaya çalışalım. Gönderilen kitap kur’an’ı ve yaratılan kitap kâinatı resmin bütününe bakarak anlayalım. Hakikati bulmaya çalışalım!


25 Temmuz 2009

23 Mayıs 2009 Cumartesi

Ayetler Görmek isteyenlere!

Bu imtihan âleminde yüce Rabbimiz hakikati, görmek isteyenler için, apaçık kılmıştır. Ayetleri görmek istemeyenler için yapacak şey yok. Onlar kör gibidir. Fıtratları köreldiğinden hakikati görmeleri zorlaşmıştır. Zira yaratılış yasası, görmek isteyenin görmesini mümkün kılmakta görmek istemeyenin görmesini ise imkânsızlaştırmaktadır.

Yüce rabbimiz bu yüzden “Görmezden gelenleri uyarsan da uyarmasan da, onlar için, fark etmez. İman etmeyeceklerdir. Allah kalplerini ve kulaklarını köreltmiştir, gözleri perdelidir. Onlar için büyük bir azap vardır. (Bakara, 6-7) Buyurmaktadır. İşte bu ayetler evrendeki fıtrat yasasını vurgulamaktadır.
Görmek isteyenlere ise sayılamayacak kadar ayet mevcuttur. Bu bakımdan ısrarla ayet (mucize) isteyenlere Yüce Rabbimiz ““Kendisine Rabbinden bir ayet indirilse ya!” dediler. De ki: “Elbet Allah ayet indirmeye kadirdir, lakin onların çoğu anlayamıyorlar”. Yeryüzündeki canlılar ile kanatları sayesinde uçabilen kuşlar da sizin gibi bir nesildir. İlahi kelamda hiçbir şeyi es geçmedik, sonunda Rablerinin huzuruna çıkarılacaklardır. Ayetlerimizi inkâr edenler sağırdırlar, dilsizlerdir, karanlıklara gömülmüşlerdir. Allah gerek gördüğünü sapkınlıkta bırakır gerek gördüğünü doğru yola iletir. (Enam, 37-39) buyurarak görme niyeti taşıyanlar için Allah’ın ayetlerinin apaçık olduğunu, görme niyeti taşımayanların ise karanlıklara gömülmüş körler gibi olduğunu vurgulamaktadır. Uçan kuşların dahi hakikatin göstergeleri olduğunu vurgulamaktadır. Kuşların bile bir birliktelik oluşturması toplumsal davranışlar ortaya koyması görenlere çok şeyler söyler elbet.
Yüce Rabbimiz ayetlerini her durumda bize göstereceğini ifade etmekte ve önemli olanın görme niyeti taşımak olduğunu ortaya koymaktadır. “Ayetlerimizi onlara dış âlemde de kendi iç dünyalarında da göstereceğiz ki İlahî kelamın hakikat olduğu kendileri için apaçık ortaya çıksın. Her şeye şahit olan Rabbin yetmez mi?”. (Fussilet, 53) ayeti iç dünyada hissettiklerime ve dış âlemde gördüklerime hep tercüman olmuştur. Babam kanser ağrıları içersinde kıvranırken ve “Yüce Rabbim ne olur fazla çektirme sen merhamet eyle” diye dua ederken Yüce Mevlamın “Yoksa sizden öce gelip geçmiş olanların misali sizin başınıza gelmediği halde cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlar sıkıntı ve darlığa düştüler, sarsıntıya uğradılar. Hatta Allah’ın elçisi ve onunla birlikte olan müminler “Allah’ın yardımı ne zaman?” diyorlardı. İyi bilin ki Allah’ın yardımı yakındır” (Bakara, 214) ayetini hatırladım. Bu sıkıntıların bir karşılığı olacağı umuduyla sükûnet buldum. Acılar içinde kıvranan babamı bu ayetle teskin etmeye çalıştım.
Babam rahmetlik olduğunda Allah’tan rahmet dilemek ve son vazifemi yerine getirmekle uğraşmak dışında yapacak bir şey yoktu. O telaşla arayabildiğimi aradım. O gün tıpkı benim gibi sınav gözetmenlik görevi almış bulunan arkadaşlarımı aramaktan çekindim. Bir nevi emrivaki olur, görevlerini yapmalarını sıkıntıya sokmuş olurum düşüncesiyle herkese tek tek ulaşmak istemedim. Kendi durumumu bildirmek için aramam gerektiği üzere Bir ağabeyimi aradım. Bir durum olursa bana mutlaka haber ver diyen ağabeylerimi aradım. Ama bir ağabeyim var ki onu özellikle aramam gerekirken cenaze telaşıyla arayamamış olmam benim için bir hasret oldu. O ki babamı tanımıştı. Bazı günler kendisini çağırmıştım da arabasıyla babamı hastaneye ulaştırmıştı. Aksilik bu ya nasip olmayacak işte. Kim bilir belki de bana Rabbim iç dünyamda bir ayet gösterecek diye, ahiretteki hasretin, pişmanlığın bu dünyadakine benzemeyeceğini anlamam üzere bu ağabeyimi cenazeden haberdar edememiştim. Şimdi bu durum karşısında çok üzüntü duyuyor ve “ah keşke!” diyorum. Ama bu keşke de boş değil diye hissediyorum. Zira pişmanlık hasretinin ne olduğunu az çok anlıyorum. Şimdi Rabbimin “Kendileri gaflet içersinde ve iman etmez durumdalarken mesele hükme bağlandığında hasret günüyle onları uyar” (Meryem,39) ayetini daha iyi anlıyorum.
Dedim ya ayetler görmek isteyene. İşte içimi kemiren bu “Ah keşke!” de içimdeki bir ayetmiş. “Ayetlerimizi onlara dış âlemde de kendi iç dünyalarında da göstereceğiz ki İlahî kelamın hakikat olduğu kendileri için apaçık ortaya çıksın. Her şeye şahit olan Rabbin yetmez mi?”. (Fussilet, 53) ayetinde buyrulduğu üzere iç dünyamda bana ahiretteki “Ah keşke!” nin ağırlığını hatırlatan ve enfuste gösterilen afakî bir boyutu olan bir ayetmiş.
Evet, rabbim ahirette bize hasretlik çektirmesin. Zira asıl hasretlik günü olan ahiretteki pişmanlığın ne kadar acı olduğunu dünya hayatında çekilen pişmanlık hasretleri sayesinde anlayabilenlere ne mutlu.


Mustafa ayas
23 Mayıs 2009 Cumartesi