3 Aralık 2023 Pazar

Böyle Geçti Ömrüm

Böyle geçti yıllarım 1

1974 yılında doğmuşum. Çocukluğum zor ama bir o kadar cıvıl cıvıldı. Ruhumda yaşadığım fırtınalar, baharın esintileri, sırtımda onca yükler. Kışın bembeyaz fındık dalları, her taraf bembeyaz, tertemiz bir doğa, kulağımda kuş cıvıltıları. Baharla birlikte yeşeren fındık dalları, her taraf yemyeşil, süzülen güneş ışıkları ve şarıldayan hemen altımızda bir dere.

Sabah zifiri karanlıkta okula yollanırdık. Elimizde bir ateş közü odun. Sallardık ve böylece kendimize bir aydınlık sağlardık. 3 km belki daha uzun bir yolculukla okula varırdık. Açtık susuzduk aşardık tüm uzaklıkları.

Varlıklı bir ailenin çocuğu değildim. Babamın sabit bir geliri yoktu. Sigortalı bir işçi değildi. Yevmiyeci olarak çalışır, nasır tutan ve çatlak çatlak yarılan avuçlarıyla ailesini geçindirmeye çalışırdı. Günübirlik alın teriyle hayata tutunmaya çalışırdı. Baharla birlikte biz de işlere katılırdık. Fındık altlarında gagış koparırdık, diken temizlerdik. Çayırları biçer taşırdık. Sığırları otlatırdık. Otları mereğe bastırır ya da ot yığınları istif ederdik. Uzaklardan uzaklardan sırtımıza yük taşırdık. Yazın fındık toplar harman ederdik. Bir yolumuz yoktu. Yaya ve sırtında yük kıvranırdık. Ganzilis ederek kendimize gelir edinirdik. Eylül ile yeniden bir heyecanla okula yollanırdık.

Ben ilk ve orta öğretim süresince hiç istekle ders çalışmazdım. Ödevlerimi bile yapmazdım. Konular bana boşuna ezber gelirdi. Dersleri hep sorgulardım. Sınavda lazım olan, sonra çöpe giden bilgilerden usanırdım. Neden bunları ezberlemeliydim. Gerçekten öğrenme yoktu bu işte. Hayattan kopuktu dersler. Hep bir terslik olduğunu düşünürdüm. Çarpım tablosunu herkes harıl harıl ezberlerken ben bir çözüm arardım. Ezbere karşı direnirdim. Zamanın iyice darlığında takır takır birkaç ezber derin bir çözüm arayışı sonra çarpmada değişme özeliği bir çözüme çullanırdım. Benim için hep bir farkındalık bir çare, baskılardan huylanırdım. İlkokul iyi ile geçtiğim yıllardı pekiyi değildim. Ortaokula gelince derslerden daha da nefret ettim. Ezbercilikten ve bir müfredata programlanmışlıktan ne elde edecektim. Dersleri hep yazın bütünleme sınavlarında verirdim. Yedinci sınıfta dört zayıfı bütünlemede verip bir üst sınıfa geçmiştim. Bütünleme sınavlarına çalışmaya da ruhum direnirdi. Konu seçer, soru tahmini yapar on üzerinden beş alıp sınıfı geçebilecek kadar öğrenmeye yeltenirdim.

Ortaokul son sınıftan karambole meslek lisesi sınavına başvurdum. Şimdilerde rahmetli olan babamla Trabzon Endüstri Meslek Lisesi okul bahçesinde buldum kendimi. Saat 17.00’a yakın bir zamandı. İyice bir yağmur vardı. Müracaat son günmüş. Başvuru formlarını nasıl dolduracaktık. Dakikalarla sınırlı bir zaman ve bizi aşan bir durum. Etrafımızda bu işten anladığını düşündüğüm birine sorduk. O doldurmuştu formlarını. Aynısını benim için de doldurdu. Hiç ders çalışmayan ve hiçbir zaman test hazırlık soru çözme falan yaşamayan ben böylece karambole mobilya bölümünü kazanmışım. Başka bir bölüme geçmek için tüm arayışlar boşuna. Eğer hiç bir bölümü kazanamasaymışım bu puanımla elektronik, elektrik vb daha nice bölüme kaydolmam mümkünmüş ama artık mobilya ve dekorasyon bölümünü okumaya mahkummuşum.

Lise boyunca staj günleri sanayide çalışarak, sadece iki gün okula giderek geçti. Hayatın zorlukları bir o kadar daha başımda esti. İşten geceleri çıkar karanlıklarda eve yollanırdım. Bir memur olan amcam çıkışta yanıma uğrar, benim çıkmamı beklerdi. Gece yollarda birlikte ıslanırdık. Karanlıkta soğukta yollara yaya olarak abanırdık. Kazandığım üç beş kuruşla okula harçlık edinip lise yıllarımı geçirdim. Okulumuz Hüseyin Avni Aker stadyumunun karşısındaydı. Öğleleri Yavuz Sultan Selim sahası tribünlerinde amatör müsabakaları izlerdik. Elde varsa üç beş kuruş param ekmek arası köfte, yoksa da sandviçle yetinirdik. Lisede de bütünleme ile geçtim. Son sınıf hariç. Lise bizim zamanımızda üç yıldı. İkinci sınıfta bir dersten bütünlemeye kaldım. Normalde sınavlarından geçer not aldığım bir dersten yıllık ödevimi son günü teslim edemediğim için cuma günü teslim edemediğim ödevi öğretmenim pazartesi almamış ve o dersten kalmıştım. Böyle bir iklimde lise yıllarımı da tamamladım. Mezun olduğum an karambole düştüğüm bir meslekle olan bağımı kopardım.


Böyle geçti yıllarım 2

1989-90 öğretim yılında 10. sınıftayım. O yıllarda ramazanlar ne güzeldi. En çok da ramazanlarda açılan kitap fuarlarında kitaplar arasında teneffüs ettiğim iklimi hatırlarım. Kitap fuarsız ramazanlar tam olmaz benim için ve hep bir tarafımı eksik hissederim. En çok hayata tutunmaya vesile aradığım yıllardı. Ben niye varım niye Müslümanım. Müslüman olmak Allah’a kul olmak ve ben ne kadar bunun farkındayım. Gerçekten Kur’an Allah’tan mı? Allah’tansa neden okumayım, değilse neden inanayım. Allah’tan olduğuna nasıl tanık olayım. Okumak tecvit mi hatim mi seslendirmek mi. Anlamadığın seslendirme okumak mı.Türkçe edebiyat derslerimiz var. Okuma anlama derslerimiz var. Ne kadar anlarsan o kadar imkanın var. Anlayabilecek yaştayım benim için nedir zarar nedir kar.

Çocukluğumda çok uçuk ve hiç kabullenemediğim inançlarla söylemlerle yüzleştim. Büyüklerimin sözleri arasında çok çelişkiler hissettim. Yaşadığımız her şeyin kaçınılmaz bir kader olmasından hep şüphe ettim. Böyle bir kader varsa imtihanı ibadeti problem ettim. “Bir Ermeni Rum olmadan Müslüman olamaz” ifadesini duyduğumda olur mu öyle şey o mu Ermeni olmayı seçti ya da ben mi Türk olmayı seçtim dedim. Hem Ermeni de Rum da bir ırk Ermenilikten Rumluğa geçmek de ne demek diye itiraz ettim. Hem Müslümanlık başka Türklük Ermenilik başkaydı. Tercih başka mecburi milletin başkaydı. Din bir tercihti imtihan bambaşkaydı. Her çocuk gibi duygularım düşüncelerim ve en önemlisi sorgulamalarım vardı. Hayat bir yolculuktu ve belli ki hem zamanda hem mekânda hem de zihinde akmaktaydı. Ve ben artık düşünmeye anlamaya akıyordum. Kendi anladığım kendi inandığım olmalıydı. Doğruyu kendim aramalı kendim bulmalıydım. Bu farkındalığım ve aklım boş olmamalıydı. Bir sorumluluk duymalıydım. Din benim düşünce dünyamda bir şeydi. Sorgulamalarımda sükunet bulmalıydım.

Evet 1989-90 öğretim yıl Ramazan ayı. Kitap fuarında geziniyorum. O duygusal iklimde kitapların arasında düşündüm. Anlamadığım kitabın müslümanı neden olayım. Anlaşılmayan kitabın Allah’tan olduğuna nasıl inanayım. Anlamayacaksam neden göndersin. Anlayamayacaksam neden sorumlu olayım. Tanrı mı anlatamadı ki anlayamayım. Anlatamayan bir Tanrı’ya niye inanayım. Evet bu bir yol ayrımıydı. Ben bile anlaşılmak için konuşurken Tanrı anlaşılmadan hatimlik bir kitap gönderir miydi?

Fuardan küçük, ele avuca sığar, yanımda taşıyabileceğim bir meal aldım. İşte o önemli gün gelmişti. Ben bu kitabın diğer kitaplardan farkı ne ki Tanrı sözü olduğuna bakacaktım. Okumaya başladım. O da ne? Bu nasıl bir sözdü. “Kâfirleri uyarsan da uyarmasan da fark etmez. Allah onların kalplerini kulaklarını mühürlemiş” diyordu. Mühürlenmişse ve uyarmak fark etmiyorsa bu kitabı niye göndermişti. Kafamda delice sorular. Acaba çeviri mi yanlış yoksa benim anlayamadığım bir şey mi vardı. Kelimeler mi başka diyor bende mi algı başkaydı. Benim anlam dünyam başka mealin kastı mı başkaydı. Okumaya devam dedim kendi kendime. Okudukça okudukça belki fark edemediğim şey önüme çıkar dedim. O da ne. “Allah dilediğini saptırır dilediğine hidayet eder” Bir kez daha afalladım. Durdum. Ya Rab zihnimi aç bana doğruyu görmeyi nasip et diye duaya duruldum. Meali kapattım. Ben kimsenin yazdığına söylediğine mecbur olamam dedim. Söyleneni bizzat kendim okuyabilmeliydim. Televizyon ekranlarındaki ve cami kürsülerindeki hocalardan hür düşünebilmeliydim. O gün bende Kur’an’ın ne dediğini Kur’an’dan okuyabilecek kadar Arapça öğrenme iradesi belirdi. Ben Kur’an’ı Kur’an’dan okumaya o gün karar verdim ve kendi tanık olduğuma göre önüme bakacaktım. Kur’an’ı Kur’an’dan okuyabilecek kadar Arapçadan anlayacaktım.


Böyle geçti yıllarım 3

Lise bittikten sonra zoraki meslek de bitti. İnşaatlarda bir müddet çalışma durumum oldu. Arapça öğrenme irademi medrese usulü sarf nahiv okumalarıyla başlattım. Bir cami imamına haftada iki üç gün yine 3 km kadar yolu yürüyerek gidiyordum. Sarf ve nahiv kitaplarından emsile bina maksut izzi avamil ve izhar derslerini okudum. Klasik ezber usulü bu okumalar da aynıydı. Emsileyi ezberliyorduk izzide ilal kaidelerini ezberliyorduk. 3 sene kadar bir dönem böyle geçti. Sonra bu okumayı bıraktım. Önceki yılın hazırlık dergilerinin toplanmasıyla basılmış iki cilt üniversite hazırlık kitabı satın aldım. Bir yıl içerisinde bu dergileri öyle böyle okudum. Düzenli bir çalışmam olmadı. Bol bol uyudum uyandım okudum. Okudum uyudum uyandım okudum. Böyle bir süreç bu dergilerlerle oyalandım. Bir iki defa dershanelerin denemelerine katıldım. Büyük bir üniversite hayalim yoktu. Kendime göre en yakın ilahiyatı birinci sıraya yazdım. Toplamda dört ilahiyat yazdım. Başka da bir bölüm yazmadım. O sınavda ilk yazdığım bölümü aldım.

Hazırlık sınıfı, artı dört, toplamda beş yıl ilahiyat okudum. Bu benim tembelliğim orada da aynıydı. Tek yaptığım şey derslere girip hocaları dinlemekti. Hiç not tutmazdım. Hazırlık sınıfı öyle böyle gidiyordu. Arapça dersi sarf nahiv ve mükaleme olarak üç ayrı hocayla işleniyordu. Sarf dersinde vizeler çok da iyi değildi. Sınavda sarf nedir tanımlayınız gibi bir soru benim için bir hayal kırıklığıydı. Hatta böyle bir soru bence çok saçmaydı. Hiç ummadığım bir soruydu. Zira sarfı değil ezberi ölçüyordu. Zira ben böyle klasik ezber şeylere hiç çalışmazdım. Ama henüz düşünmeyi öğrenememişim ki kendi tanımımı da üretemedim. Notlar orta. Son vize yaklaşmıştı. Bu vizeden mutlaka yüksek not almalıydım.

Yurtta son vize akşamı arka odada arkadaşlarla sohbet ediyoruz. Güya ders çalışacağım. Sohbet uzadıkça uzadı. Gece yatmamaya karar verdim. Saatin gece üçlere uzandığını iyi hatırlıyorum. Beni bir uyku bastı. Dayanamadım ve hiç çalışmadan bomboş sınava girdim.

Sorular bir önüme geldi ki hepsi uygulamalı kelime bilgisi. Kelimeleri halden hale sokma, mazi muzari emir yapma vb. Özellikle izzinin konusu illetli fiiller çokça. İşte bu sürpriz benim açımdan çok iyiydi. Sınavda 93 çektim. Sınıfta başka da yüksekçe not hatırlamıyorum.

Üst sınıflarda bir gün sabah okula vardığımda arkadaşların birbirine ders anlattığını gördüm. İşin doğrusu bende hocanın dersi anlattığı kitap hiç olmamıştı. Ama mutlaka derslere girmiştim ve hocayı dinlemiştim. Başka bir kitaptan konu içeriklerine tabi ki bakmıştım. Ama bir çok konu eksikti. Arkadaş anlatırken ben de oraya oturup sessizce dinledim. Hiçbir şey sormadım sadece onları dinledim. Sınav sonucu çok yüksek bir not aldığımı hatırlıyorum. Öyle ki sonraki bir sınavda yine bu arkadaşları ders çalışırken gördüğümde oturup dinlemeye başladım. Dersi anlatan arkadaş dinlememe müsaade etmedi ve beni oradan çıkardı. Dediği şey argoca ifadeleri de içerecek şekilde ben anlatayım dersi sen al yüzü öyle yağma yok türü bir şeydi.

Bir gün sınav için okula gittim. Sınava 45 dakika falan kalmış. Hocanın kitabına çalışıp çalışmadığım soruldu. Ne kitabı konularımız belli değil mi dedim. Hayır hocanın yazarı olduğu kitaptan da sorumluymuşuz ve sınavda çıkacakmış. Kitaba bakabilirmiyim dedim. Önce kitabı aldım ve içindekiler bölümünden konuları inceledim. Sonra konu başlıklarından bir iki seçip içeriğe bir göz gezdirdim ve hocanın mantığını teyit ettim. Hocanın bakış açısını, düşünce mantığını adım gibi biliyorum. Zira her derste hocayı dinliyorum. Sınava girdiğimde her soruda kendimi hocanın yerine koydum ve onun mantığıyla cevaplarımı yazdım. Sonuç mu. Sonuç gerçekten 100. İşin doğrusu bunun bir benzerini daha sonraki süreçte başka bir hocanın dersinde de birebir yaşadım.

Bir gün belağat mecaz vb konu içerikli bir dersimiz vardı. Gece üst sınıftan samimi olduğum ve çok sevdiğim bir arkadaşımla ders notlarına çalıştık. O arkadaş alt sınıftan dersi alıyordu. Ben okuduğumu anlıyordum ve anlatıyordum. Örnekler üzerinde açıklamalar yapıyordum. Anlattığımda arkadaşım da konuyu anlıyordu bundan çok eminim. İşin doğrusu ben de ilk defa konulara çalışıyordum ama okunduğunda anlaşılamayacak bir durum olmadığı netti. O gece ya hiç uyumadık ya da iki saat kadar uyumuş olabiliriz tam hatırlamıyorum. Sınavdan aldığım not 75 üzeri bir nottu ve bana yetiyordu. Dersin içeriğine bakınca hiç düşük sayılamayacak bir nottu ve benim açımdan yeterliydi. sadece basit hatalar yüzünden yapamadığım sorulara üzülmüştüm. İşin doğrusu bildiğimi unutmam çok basit soruları yapamamam olmuştu. Uykulu uykulu ancak o kadar olurdu. Tabi bir de birlikte çalıştığımız arkadaşımın otuzla kırk arası bir not almasına gerçekten çok üzülmüştüm. Keşke alttan aldığı bu derste ona bir katkım olabilseydi.

Bir gün bir sınava hazırlanıyorum. Ders İslam hukuku. Oku babam oku bir paragrafı belki abartısız on defa okudum. Kitap Türkçe Arapça değil. Ama okuduğumu anlamıyorum anlayamıyorum. Tekrar tekrar okuyorum anlamıyorum. Sanki tercüme sıkıntılı gibi. Bir dostuma gittim ve bu paragraftan ne anladığını sordum. Boş ver molla dedi niye anlayacaksın ezberle gitsin. sen ezberledin mi diye sordum evet ezberledim dedi.

Bir derste hoca sınavı test yapacağını ve yüzlük sistemine göre değil çan eğrisi benzeri bir değerlendirmeye göre en çok cevaplamaya göre 100 olarak değerlendireceğini söyledi. Dedim ki ben bu sınavdan yüz alırım. İçeriğe baktığımda ezbere hiç gerek yok. Anlama modunda çalışırsam çoktan seçmeli bir sınavda benim için iş kolay. Zaten dersi derste dinleyen biriydim. Sonuç 100 puandı en fazla doğru cevaplamayı başarmıştım.

Böyle inişli çıkışlı bir beş yıl ve sonunda öyle böyle mezun olduk. Bu yazdıklarımdan notlarımın çok yüksek olduğunu sanmayın. Bu anlattığım özel durumlar sayesinde bazı dersleri ortalama ile geçtim. O ne demiş bu ne demiş türü onun bunun görüşlerini bilmek ve yazmak gereken derslerde, kendi görüşümü yazarak kapatamayacağım derslerde ve kıyaslama yaparak görüşleri birilerine atfedemeyeceğim derslerde hep cc notu olan 70 puanın altında aldım. Dedim ya ben ezbere karşıyım. Sınavdan sonra çöpe gideceğini gördüğüm her konu önüme geldiğinde ruhum çalışmamak için direndi. Not değerlendirmesi 4 üzerinden olan ve geçme notu cc yani 70 puan olarak 2 olan bir fakültede not ortalamam ancak 2,50’nin bir tık üzeriydi.

Fakültede belki klasik din adamlarından farklı olarak biraz daha akılcı bir mantık buldum. O bakımdan mutlaka fakültenin bana kattığı çok şeyler vardır diye düşünüyorum. Ama işin doğrusu ilkokuldan fakülteye kadar okuduğum konuların abartısız yüzde doksanı benim için çöp oldu. Hele daha sonraki süreçte artık Kur’an’la yüzleşme imkanım olduğunda girdiğim yol ve yaşadığım süreç tefsir hadis fıkıh kelam felsefe vb hepsini neredeyse sıfıra çıkardı. Zira benim vardığım noktada bunların hiç ama hiçbir katkısı kalmamıştı. Muhkem müteşabih nasıh mensuh, o dedi bu dedi vb her söylem ve kavram benim vardığım nokta ile hiç ama hiç örtüşük bir manada değildi. Ben artık büyük büyük alimlerin ya da o dedi bu dedilerin usulünden ve yorumundan kendimi azat etmiştim.


Böyle geçti yıllarım 4

Fakülte dönemi MGV diyebileceğim bir yurtta kalıyorum. 28 Şubat dönemi geldi. Bir gecede kendimizi kapıda bulduk. Çok enteresan bir durumdu. Ekleşiğimizde Gülen cemaati yurdu. Malum şimdi Fetö olarak bilinen. Ve ilde başka yurtları da vardı. Ama 28 Şubat onlara hiç dokunmadı.

Yurdumuz kapanınca dışarıda kalmıştık. Birkaç gün ötede beride geçirdim. Olacak iş değildi. Sonunda gittim Gülen yurdu müdürüyle görüştüm. Neticede cemaatin yurdunda da kalmışlığım oldu. Televizyonda samanyolu tv dışında hiçbir kanal açılmazdı. Başka kanalda haberlere bakmak mümkün değildi. İki üç ay geçmişti. Yurt müdürü bana çok soğuk davranmaya başladı. Hiçbir anlam veremiyorum. Kafamda sorular. Ben ne yaptım. Bir türlü anlamıyorum.

Sanırım bir aya yakın olmuştu. Belki üç hafta falan. O da ne. Yurt müdürü beni görünce bir muhabbet bir sevgi. Boynuma sarıldı. Tabi ben şok. O an anladım. Mesele sakalmış. Esasen ben sakal bırakmamıştım. Sadece bir süre sakalımı traşlamamıştım. Kenarlarından zaman zaman biraz almıştım. Yani geçici bir durumdu. Sakal bıraktım diye çok bozulmuş. Tabi bana da söyleyememiş. Bu yurtlarda temel kural gibi bir şeymiş. Ben ise cemaat ikliminden habersizmişim.

Ara tatil öncesi bir ya da iki hafta kamp yapıldı. Kitap okuma sohbet ve bilgilenme ortamı gibi bir şey. Herkes ya risale okuyor ya da Gülen’in kitapları. Tabi ben kendimce kitaplar okudum. Daha çok ders kitaplarıyla meşgul oldum. Ama programda sadece okuma yok. Bir de video seyretme var. Belli saatlerde bir araya toplanıyoruz. Gülen’in vaaz kasetleri. Sadece ama sadece Gülen’in vaazları. İster istemez izledim. Hurafe masal göz yaşı rol yapma hepsine tanık oldum. Bana göre bir iklim değildi. Gülen bir yana ben hiçbir zaman Hatipoğlu vaazlarıyla bile iklimlenmedim. Ağlayan, duygu pompalayan kimselerle hiç efsuna yenilmedim.

Bir dönem yurtta geçti. Ara tatil bitti. Geldiğimde kendimi yurtta değil evde buldum. Artık cemaat evindeydim. Ev arkadaşlarımdan ikisi bizim fakülteden diğerleri başka okullardan. Fakülte arkadaşlarım kafa dengi idi. Orada bir dönem cemaat evi iklimi yaşadım. Bir baskı olmadı. Belli bir süreçti. Arkadaşlar risale okurlardı. Bazen Gülen’in kitabı okuma yarışması olurdu. Sanırım il bazında. Hediyeli. Belki il bazında belki daha genel. Şimdi bilemiyorum. Hediyeleri olan okumalardı. Benim hiç katılmadığım okumalar.

Bir akşam üst perdeden misafirlerimiz vardı. İl imamı diye bir şey varmış. Ben o gün öğrendim. Bize bir sohbet yaptılar. Bir tanesi hoca efendiyi anlatıyor. Dedi ki. İşte İzmir’de bilmem nerede hangi yıllarda. Hoca efendi öğrencileriyle gezmeye çıkmış. Onları beş altı gruba ayırmış. Biraz bir grupla yürüyormuş. Farkettirmeden kayboluyor diğer grupların da yanında görünüyormuş. Her an bir grubun yanında bitiyormuş. Böylece öğrenciler hocayı tai zaman tai mekan düşünüp şehirde ahlaksız mekanlara gitme riskleri ortadan kalkıyormuş. İçimden saydırıyorum yalanlara yalancılara. Din buysa benim işim olmaz diyorum. Sıra geldi şehir imamına. Başladı sorular sormaya. Risale okuyor musunuz. Herkes evet diyor. Ne okudun diyor. Takır takır sayılıyor içerik soruluyor takır takır anlatılıyor. Eyvah sıra bana geldi. Kendimi tanıttım önce. Sordu sen okudun mu? Dedim hayır. Ben hiç risale okumadım. Adam şok. Dedi neden. Dedim ben kendi ders kitaplarıma zaman yetiştiremiyorum risaleyi nasıl okuyayım. Adam ikinci şok. Durdu. Düşündü. Sordu. Sen nereden mezunsun. Dedim Endüstri Meslek Lisesi. Adam içinden oh dedi. Lafı gediğine yerleştirdi. Zaten meslek liseliler okumaz dedi işin içinden çıkıverdi. Ne dediği ne umurumda. Sıramı savmıştım ya bu bana yeterdi.

Yıl bitti. Yaz geçti. Yeni dönem başladı. Okula gittiğimde evimin ve arkadaş ortamımın değiştiğini öğrendim. Yeni eve taşındım. Bir hafta falan geçti. Belki iki hafta. Tam hatırlamıyorum. Haftalık toplantıda bazı kurallar dile geldi. Kurallardan biri. Gece sanırsam 21-22 arası belki 23 arası tam hatırlamıyorum risale okuma saati. Herkes o saatte risale okuyacak. Tek laf etmedim. Sabah okula gittim. Dersler biter bitmez eve vardım. Çantamı toplayıp evden çıktım. Ondan sonrası iller arası sabah okula akşam eve belediye otobüsüyle yolculuk. Sabahları otobüsü durdurup binmek bir problem. Otobüs dursa binmek problem. İğne atsan yere düşmez. İnsanlar üst üste istif misali sıkışık bir ortam. İki yıl böyle gittim geldim. Sadece otobüs yolculuğu olsa iyi. Sabah akşam bir saate yakın yürüyorum. Yollar hep yol olsa iyi. Nicesi patika kıvrımlar. Ama olsun ben özgürlüğümü yaşıyorum.


Böyle geçti yıllarım 5

Fakültede okuduğum süreçte bir akşam üstü arkadaş ortamında esasen normalde her zaman yaptığım bir spor hareketi üzerine baldırıma bir ağrı saplandı. Belli ki ısınmadan yaptığım hareket başıma iş açtı. Sol baldırımda ağır bir sızı hissettim. Sonrası mı. Sonraki gün doktora gittim ve yaptığım hareket neticesi oluşan bir durum olduğunu baldırıma filim çekilmesini istedim. Doktorun dediği şey baldırda kırılma olmaz. Belki yırtılma var dedim. Ben miyim doktor yoksa sen misin dedi. Zamanımı çalma, geçici bir ağrıdır dedi. Kısa süreli bir gerilme ağrısıdır kas ağrısıdır dedi. Kas gevşetici krem artı ağrı kesici yazdı gönderdi. Böylece ilaçlar her zaman ihtiyaç duyduğum şey haline geldi. Ağrı kesici hap artık temel ihtiyacım oldu.

Öyle bir durum ki bugün baktığımda yirmi yıldır başımda bir dert. Devamında gitmediğim doktor kalmadı. Bu yirmi yıl içerisinde farklı branşta bir çok doktora gittim. Ortopediden fizik tedaviye kadar, beyin cerrahiye kadar her ihtimali denedim. Kalp damar cerrahına gittim. Hatta o süreçte sol bacağımda varis olduğundan belki varis kaynaklı bir ağrı diye varis ameliyatını dahi oldum.

Ameliyat oldum ama yakın bir süreç sonra aynı ağrının devam ettiğine tanık oldum. Özellikle kramp ağrısı gibi bir ağrı olarak tanımlayabilirim. Gece uykudan uyandıran zor bir ağrı. Baldır içinde çok aşırı bir ağrı. Ne zaman doktora gitsem durumu, maziyi anlatsam bir insaflı doktor da baldırıma emar çekmeyi akıl etmiyor. Beyin cerrahına gitsen fıtıktan başka bir ihtimali düşünmüyor. Ortopediste gitsem röntgen çekiyor bir şey yok diyor.

İlk emar maceram çok ilginç. Daracık bir emar. Sanırsın bir boru içindesin. Gözüm bir ilişti ki sanki beni boğuyorlar. Borunun içinde sıkışmış kalmışım. Anlatılır gibi bir şey değil. Panik oldum. Nefesim iyice hızlandı. Sanırsın kalp krizi geçiriyorum. Kötü olduğumu devam edemeyeceğimi bağırdım ama gelen giden yok. Biraz daha kalırsam kesin ölürüm. Geri geri sürüklenerek Allah’tan arka taraf açıkmış emardan çıktım. Çıktım ama mecburum. Mutlaka bu film çekilmeli.

İkinci bir denemeye karar verdik. Düşündüm ki uyursam bu duruma düşmem. İlkokul yıllarımda zifiri karanlıkta uykudan uyandırılıp kaldırılırken o uykunun anlatılamaz tadını hatırladım. Mazide bir yolculuk yaptım ve emara girdim. Uykudayım. Gözlerim kapalı. Rahmetli babam okula gitmem için beni kaldırıyor. Azıcık daha zaman olsa ne kadar güzel olurdu modundayım. Evet şimdi ikinci kez emarın içindeyim gözlerim kapalı. Ama bedenen oradayım. Ruhen ben mazideyim uyuyorum çağırıyorlar ve ben azıcık daha kestirmenin o büyük hazzını yaşıyorum. Böylece emar başarıldı. Ama üzgünüm. Bir teşhis yok.

Bir kaç yıl daha geçti belki tıp gelişmiştir diyerek bir fizik tedavi doktoruna gittim. Özel bir fizik tedavi merkezi. Emar istedi. Daha önce emarda bir şey çıkmadığını ve bu ağrının mazisini anlattım. Bu yeni emarın daha gelişkin olduğunu söyledi. Özel bir emar merkezine gittim. Teşhis şu. Baldır dokusunda lezyonlar oluşmuş. Beni fakülteye sevk etti. Fakülte kendisi bir emar daha çekti. Dediği şu. Böyle devam edeceksin. Dört ayda bir gel kontrol edelim. Kansere dönüşme riskini takipte olalım.

Boş verdim. Artık doktora gitmiyorum. Yıllarca aldığım iki ağrı kesicinin adını hiç unutmam. Önceleri melox Fort vardı. Daha sonra Dolorex. Bu ağrı kesicilerle yıllarca idare ettim. İlk on yıllık süreçte birini sonraki on yıllık süreçte ikincisini. Hâlâ elimde Dolorex mutlaka bulunur.

Kontrole gitmedim yıllar oldu ama. Yine gece krampları başladı. Böyle bir durumda bacağının üzerine basamıyorsun. Baldırda bir sertlik oluyor. Ağrı kesici aldıktan sonra bir müddet geçince ayağa kalkıp yavaşça biraz yürümeyi başarırsan geçiyor. İşin ilginci bu ağrı ayak parmaklarında da bir güçsüzlüğe ve yürümede sıkıntıya yol açıyor. Ağrı olmadığında da ayak parmaklarında hissizliğe kaynaklık ediyor. Covid çıkmış ülkemizde henüz vaka yok bir dönemdeyiz. Dedim beş on yıl oldu. Tıp gelişmiştir. Emar gelişmiştir. Bulunduğum yeni ilde şansımı bir daha deneyim. Yeniden doktora gittim. Durumu anlattım. Emar istedi. Raporda doku lezyon bir sürü şey yazıyor ama doktor sağolsun. Emara baktığımda kas içi damar tümörü gözüküyor dedi. Bu benim ilk defa gerçek teşhis olarak duyduğum şeydi. İyi huylu kötü huylu bilemem dedi beni kalp damar cerrahına sevk etti. Benim açımdan teşhis olduktan sonra çok iyi bir şeydi. Damar cerrahına gittim. Rapora baktı. Bir de ben teşhisi anlattım. Bir kağıt aldı eline bir doktor ismi yazdı. Kayseri’de fakültede bilmem kim. Tümör müdahalesi zor bir yerde. Kas içi onun uzmanlık alanı dedi. Ankara’da yok mu doktor dedim. Benim bildiğim bu dedi bu şekilde kas içi durumlar onun uzmanlığı dedi.

O işi de astım. Zaten bu teşhisten iki üç ay sonra Covid ilk dönemi Mart ayına ulaştık. Teşhis sonrası düşündüm. Damar tümörü kan ile besleniyor. Eğer kan basıncı az olursa ağrı etkisi az olur diye içime doğdu. Dideral diye bir hap var. Kan basıncını düzenliyor. Tansiyon için de kullanılan bir hap. Bu hapı çeyrek olarak günlük denemeye karar verdim. Günlük almaya başladım. O da ne kramp ağrıları kesti. Gerçekten de işe yarıyordu. Araştırmaya karar verdim ve internette Google arama motoruna dideral damar tümörü yazdım. Çıkan literatürü, PDF dosyalarını, tıbbi makaleleri inceledim. O da ne. Meğerse damar tümörü vakalarında ameliyat dışında tedavi olarak kullanılan tek ilaç bu imiş. Tedavide kullanılan tek ilaç benim akli melekemin idrakine girmiş. Şimdilerde böylece idare ediyorum. Dideral de almıyorum. Hastalık nüksedince yani ağrı durumu başlayınca alıyorum. Gün gün bir süreç alıyorum ve yeniden bırakıyorum. Büyük bir rahatlık. Ne olduğunu da artık teşhis derdim. Yok. Elhamdülillah. Bu kadarına şükür. Bir hareket bir ağrı ve yirmi yıldır işte böyle bir süreç. Okurlarıma da tecrübe olsun.


Böyle geçti yıllarım 6

Rahmetli babamla sıkıntılı bir sürece girdik. Yıl 1998 sonları. Fakültede öğrenciyim. Öğrenciliğimin son dönemlerinde beni çok olumsuz etkileyen bir durumdu. Derslerime hiç adapte olamazdım. Babam ameliyat oldu. Netice kolon ca yani kanser. Babam çok cesur biri idi. Yıllar boyu yevmiyeci çalışmış doğal bir yaşamı olan, sürekli ayağı toprakla temaslı biri. Ameliyat sonrası doktor kanser dediğinde yaşadığım ruh halini anlatamam. Gözlerim doldu. Kendimi tutamadım. Doktor bey ölümün hepimiz için bir gün mukadder olduğunu söyleyerek beni teselli ediyordu. İyi bir cerrahtı O yıllarda benim memleketimde cerrah dendi mi ismi meşhurdu. Şu an bu yazıyı belki de okuyor olabilir. Zira kendisi arkadaş listemdedir. Patoloji sonuçları geldi. Teşhis doğruydu. Ne kadar yaşar dedim. Doktor iki yıl dedi. Ama beş belki en fazla yedi yıl diye ekledi.

Epey bir zaman sonra kemoterapiye başladık. Hiç unutmam o süreçte bir sabahtı kemoterapi almak için gidecektik. Haberleri dinliyordum. O gece büyük bir deprem olmuştu. 17 Ağustos malum kara gece. Kemoterapiye haftalarca beraber gittik. O kemoterapi ne ağır bir süreçti. Allah kimseyi düşürmesin. Öyle bir tedavi ki sağlıklı ya da hasta tüm hücreleri öldürüyor. Sürekli tahlil sürekli seans. Her hafta gideceksin. Gitmeye kalktığında düşünmekten miden ağzına gelir. Ne iştah kalır ne de tat. Kemoterapi planlı bir işkencedir. İş başa gelince ne mümkün sağlıklı düşünesin.

Ameliyat olduğu hastane sürecinde yan odalardaki kanser hastalarının bağırtıları hep aklımdadır. Öyle zaman olur ki artık ağrı kesici faydasız. Ölüm bir rahmet. Gerçekleşse inşaallah bir an önce. İnsan aslında ne kadar da zayıf. Dün var bugün yok bir beden. Kim ölüme ne kadar hazır. Herkes dünyaya kapılmış sürükleniyor her dem. Aynı dönemde ameliyat olup bir hafta içinde ağrılarla göçen kaç hasta. Sorsan Onlarınki ileri evre bizimki ona nazaran erken teşhis diyebilirim. Refakatçi kalırdım geceleyin sabah erken başka ilde okuldayım. İşte böyle bir süreç.

Babam bir dönem iyice iyi oldu. Artık bağda bahçede çalışıyor. Belki beş yıl belki altı yıl. Verimli bir süreç. Kolostomi torbası kullanıyoruz. Taktı kafayı bu torbaya. İlla yeni bir ameliyat istiyor. Ben hiç uygun görmedim. Sonuçta bu kanser. Kansere dokunma azar derler. Israrına dayanamadım. Ameliyat eden doktoru buldum ve babamı ikna edemediğimi söyledim. Kolonoskopi yaptı. Ameliyat mümkün değil dedi. Süreç o süreç. Başladı yeni süreç. Kolonoskopiden çok yakın zaman sonra akciğere metastaz yaptı. Başladı yeni bir kemoterapi işkence dönemi. Kemoterapiye git gel. Sürekli kontrol sürekli savruluş dönemi.

Artık ağrı kesici iğneler dönemi. Zor bir süreçti son zamanlar. 10 yıl kadar bu hastalıkla ömür geçirdi. Ağrı kesici bantlar vardı. Milletten gördüm. Hastalarında kullanıyorlar. Doktordan rica ettim yazdı. İlk işim yan etkilerini okumak oldu. Oksijen krizine yol açabilirmiş. Zaten dozu aşama aşama artırılıyor. Bu aklımda olsun dedim. Her zaman evde değilim. Benim de işim uğraşınm var ailem var. Bazı akşamlar köye gidiyorum. İlaç yazdırıyorum getiriyorum. Ağrı kesici çok önemli. Ağrıyı çekmeyen bilmez. Özel hazırlama ağrı kesiciler bile hazırlattım reçete ve raporla eczanede. Bir akşam telefonda ağırlaştığı haberini aldım. Anlık ne yapabilirsin. Nefes darlığı var nefes alamıyor. Bunu duyunca jeton hemen düştü. Tüm bantları hemen koparın dedim. Şükür reçeteyi okumuşum. Öylece bir rahatladı.

En sonunda artık son hastane dönemi. Her tarafa yayılmış. Doktor kemoterapi verelim dedi. Ne fayda sağlayacak dedim. Deneyelim dedi. artık en fazla altı ay bir ömür biçiliyor. Hasta senin hastan olsa bu durumda kemoterapi verir misin dedim. Bir şey diyemem dedi. Onay vermedim. Kemoterapi işkencesine hayır dedim. Geceleri uyku yok. Zaman zaman ağrı çok. Dua ediyor ölüm ölüm neredesin ölüm. Artık emaneti al Rabbim. İşte böyle bazen dua olur ölüm tek çare ölüm. İnsan bu dünyaya ne kadar da demir atmış. Kimse sanki bilmez mukadderat ölüm.

Son günleriydi. Hiç uyumadan sabah okula giderdim. Onbeş yirmi dakika belki yarım saat beton üzerinde kartonda uyku kestirerek derslere girdiğimi bilirim. Sınıfta sarhoş gibi olurdum. İsa diyecekken Meryem demek nasıl bir şey bilirim. Hep aklımda olan sözü şudur. Bu hayat kimse için yaşanmaz. Kendi hayatını kendi sınavını yaşayacaksın. Ahiretine adam gibi hazırlanacaksın. Çocuklarına birşey biriktirmek için çalışmayacaksın. Herkes kendine yaşar, kendi ayakları üzerine durur. Çocuklara bir şey biriktireyim diyen imtihanını unutur ömrünü tüketir. Çok doğru diyordu rahmetli. Herkes baksın kendi gidişine. Gidiş nereye belli. Hazırlansın insan kendi rahmetine. Allah rahmet eylesin. Gidişimiz o güne.


Böyle geçti yıllarım 7

Yıl 2004 ya da 2005. Okullarda Eylül seminer dönemi. Bir kasabadayım. Şehire git gel yapıyoruz. Günlerden cuma. Cuma vaktine sahilde olacağız. Arkadaşın aracında arka koltuktayım. Sahile iyice yakınız. Yollar çok viraj. Bir viraja geldik. Karşıdan aracı gördüğümü hatırlıyorum bir de çığlık attığımı hatırlar gibiyim. Gerisi yok. Bir ya da bir buçuk saatlik bir hafıza kaybım var. Gözlerimi şehirde hastane acili girişinde sedyede açtım. Henüz tam kendimde değilim. Dilimde sürekli kelimei şehadet. Adeta otomatiğe bağlanmışım.

Kaza anından beri sürekli şehadet okumuşum. Ama bende o zaman dilimi yok. Şehadetle uyandım. Bende hiç acı yok, ağrı yok. Ama gözümü acıyla ağrıyla açtım. Alnımın sağ yanını çarpmışım. Arka koltukta o hızla takla mı attım kafamı yanda nere çarptım bilemiyorum. Çarpma o rahmet. Rahmet zira bir kazada ne acı ne ağrı hiçbir dayanılmaz durumum yok. Ameliyatta bayılır gibi şoklanmışım. Konuşmuşum, sürekli şehadet okumuşum ama hiçbir acı farkındalığım yok. Şimdi alnıma dikiş atılıyor. İşte şimdi acıyı hissediyorum. Acısız bir saat kazazede olmuşum. Şakağımın üst tarafı saçlarımı okşayan bölgeden içeri doğru açılmış. Kemik bölgesi içeriye kıvrılmış. Kesik var. Başka da bacağımda hafif sıyrıklar.

Arkadaşlardan şoför olanın çarpışma esnasında sıkışma sonucu kalbi durmuş. Kalp masajı ile geri dönmüş. Hikmet o ki o gün refleks olarak kemeri takılı. O yolda bir göl var. O göle kemer takılı uçan kişi araçtan çıkış imkanı bulamıyor. Ama o gün farklı bir uygulama kemer hayatını kurtarıyor. Yanındaki arkadaş da alnını çarpmış. İyice cam kesikleri. Bir kaç yıl içinde silindi tüm izleri. Benim şansım çarpma anı beyin bilinç kaybı. Arkadaşlarım için acılar ve tüm gelişmeler gözlerinin önünde bir süreç. Sürekli şehadet okumam da ilginç bir hatıram. Ama hafızamda olmayan bir süreç.

Sonra öğrendiğim şey karşıdan gelen araç sollama yapıyormuş. Solladığı araç da hız keseceğine yarışır gibi basıyormuş. Bir inatlaşma sahnesi. Keskin virajda karşı aracı gördüğü an işte o an. Karşı araç biziz. Tam dönüşte kafa kafaya girmişiz.

Bu kazanın kamu davası için kaç defa ifadeye gittiğimi bilirim. Adamı da affettik. Dava mava yok. Oysa ne affedeceksin. İnatlaşan adamı trafikten men edeceksin.

Çok şükür kazadan bir şey kalmadı. Sadece şakak üstünde hafif bir çökük. Bu da hayatımdan bir dilim. sonraki yıllarda bir sorunum var. Ara ara gözümde bir bulanıklık beliriyor. Sanki suya taş atarsın ya ondan mütevellit dalga yayılımı gibi. Onbeş dakika sonra gözün ters yanından bir baş ağrısı. Dayanılır gibi değil. Hangi gözüm bulanırsa başım öteki yandan ağırıyor. Ara ara bu bende devam ediyor. Ne zaman gözüme bu bulanıklık vursa eyvah korkularım alıyor. Ama bu nasıl bir baş ağrısı. Böyle bir ağrı yaşanılır gibi değil. Beyin cerrahına gittim şikayetimi anlattım. Bu kazadan kaynaklı şüphemi ifade ettim. Aldı eline kalemi başladı ilaç yazmaya. Dedim doktor benim ilaca ihtiyacım yok. Ben emin olmak istiyorum. O dönemi bilen bilir. Doktorlar çok problemdi. Hasta sayısı çok. Doktorlar bir illet. Başladı bana bağırmaya. Yine doktor ben miyim sen misin havaları. Dedim tomografi yazıyorsan yaz. Ben şüphelerimden emin olmalıyım. Yazmıyorsan canın sağolsun. Benim ilaca ihtiyacım yok. Tömografi yazdı. Birşey çıkmadı. Nöröloğa sevk etti. Bir bayan doktora gittim. Ana evladı biri. Şikayetimi anlattım. Gözümdeki öncü belirtiyi belirttim. Auralı migrenin var dedi. Emin olalım diyerek bir de emar yazdı. Emardan sonra yanına uğramadım. Zira raporda her şey temizdi. Bana bir tanecik ilaç verdi. Sakın mecbur kalmadıkça kullanma dedi. Ağrı kesicidir dedi. Çok dayanılmaz ağrın olursa atarsın dedi. Küçücük beyaz bir hap tek hap başka da yok. Bir defalık ilaç. Eve gittim internetten auralı migren resimli arattım. Gözün yanında yıldırım çizgili resmedilmiş. Bu doktor tam işinin ehli biriymiş.

Sonraki süreçte hikmetini hiç çözemedim. Aktif kullandığım günlük bir sallama sarı kantaron çayı dışında bir şey hatırlamıyorum. O zamanlar sarı kantaron meşhurdu. Kansere iyi geldiği çok yaygın konuşulurdu. Malum babam kanserdi ya. Ben de günlük bir adet sarı kantaron çayı içiyordum. Hikmetini bilmiyorum belki o şifa oldu. Migren o süreçte tamamen yok oldu gitti. O tek kullanımlık hapı da hiç kullanmadım.


Böyle geçti yıllarım 8

Hayatımda ikinci dönüm noktam. Birincisi ilk meal okuma tecrübemdi. Onu paylaştım. İkincisini şimdi anlatıyorum. Yıl 2007. Kanal 7 iskele sancak progamında konuklar ilahiyatçı. Konu İslam’ı Kur’an’dan okumak. İçeriği zengin bir program Konuklardan biri prof Abdülaziz Bayındır. Ben kendisini ilk defa görüyorum ilk defa dinliyorum. Din Kur’an’dır Kur’an’da olandır diyor. Her konuyu Kur’an penceresinden okuyor. İşte yalpalamadan sözü söyleyen biri. Uslubu tarzı bilgisi çok zengin. Diğer konuklar arasında gözümde büyüyor. Tabi oturumun konusu bir kitabın adı. İslam’ı Kur’an’dan okumak. Kitabın yazarı Prof Muhammet Nur Doğan. İslam’ı her yerden okuduk ama müslümanlar olarak hiç Kur’an’dan okumadık diyor. Bu söz benim ilk yüzleşmemi hatırlatıyor bana. Ben neden ilahiyat okumuştum. Neden böyle bir yola girmiştim. Şimdi hatırlıyorum. İşte tam başlangıç zamanı. Bu program vesilesiyle Kur’an’ı Kur’an’dan okuma ve okuduğumu Türkçe yazma irademi buluyorum.

Bir sürece girdim. Artık Kur’an’ı tecvit ve hatim yapmıyorum. Her akşam Arapça metin üzerinde iki üç saat çalışıyorum tefekkür ediyorum. Önümde bir çok sözlük. Hem Arapça hem Türkçe. Metni okuyorum çeviri yapıyorum. Yani anlamaya çalışıyorum. Aynaya bakmaya uğraşıyorum. Bir meal süreci başladı. Bu benim için hayatımın en önemli noktası. Bugün geri dönüp baktığımda bu süreci hayatımın ruhu bilirim. Eğer bu başlangıç olmasaydı hayatımı sıfır bilirim. Farkettiğim iki önemli şey var.

Birinci önemli şey şu. Bir metni okuyup anlamakla anladığını kağıda aktarmak arasında dağlar kadar fark var. Sadece anlamak anladığını sanmak gibi bir şey. Çok sığ ve yüzeysel. Ama yazayım dedin mi işte başladı derinlik. Öyle bir şey ki her açıdan bakıyorsun. Bağlamda büyük resmi görüyorsun. Hangi kelimeyi seçeyim diye dakikalarca düşünüyorsun. Arapça sözlükler yetmiyor. Türkçe sözlükler arasında kelime kelime akıyorsun. Bu öyle mealden okumak gibi bir şey değil. Bazen öyle bir ayete geliyorsun ki değil saatler günler yetmiyor. Bir ayet için dönüp durup defalarca hatta haftalar boyu aynı ayeti düşündüğümü bilirim.

İkinci önemli şey Kur’an metninin sadeliği fasihliği. Kur’an metni o kadar sade ve fasih ki hiçbir Arapça metin o kadar anlaşılır değil. Kur’an’a göre bakıldığında tefsir fıkıh hadis metinleri çok karmaşık ve ağır. Koca koca proflar cilt cilt Arapça eserleri okurlar. Kütüphaneleri ciltlerce Arapça kitaplarla doludur. O kitapları okurlar tercüme ederler. Bu konuda çok mahirler. Ama iş Kur’an’a gelince nerede o cesaret. Önce atalardan edindikleri gözlüğü takarlar. Mezhebin ayetleri nasıl okuduğuna akarlar. Sonra Kur’an’a o pencerenin mealini yazarlar. Sanki Allah meramını anlatamamış. Ya da atalar dini Kur’an’a hakem atanmış. Bir kilitlenmişlik ki cevabı Muhammed 24. Bir taklitçilik ki cevabı Araf 3. Bir eklentileme ki cevabı Kalem 37. Bir ölçüyü ters yüz etme ki cevabı Enam 114-117. Bir din öğretme ki cevabı Hucurat 16. Bir zorluk bahanesi ki cevabı Kamer 17,22,32,40. Bir çelişik okuma ki cevabı Nisa 82. Bir usulle bakış ki cevabı Bakara 170. Bir çıkmaz sokak ki cevabı Furkan 30. Din Allah’ın dini ama Allah’a kulak veren yok. Din Resulullah’ın tebliği ama Resulullah’ı tebliğinde arayan yok. Din olmuş o dedi bu dedi. Din olmuş ondan duydum bundan duydum. Din olmuş rivayet yorum.

Bu iklimde Bayındır hocayla çok yazışmalarım oldu. Bazı konularda ters düştüğümüz oldu. Kur’an’la yüzleşmekte olduğum ilk yıllar. Bir zaman sonra yazılarıma kendisinden cevap alamaz oldum. Birgün Evrensel Hafızlar Derneği’nin davetlisi olarak Trabzon’da olduğu nasılsa sosyal medyadan gözüme ilişti. Nasıl bir şeyse şehirde hiç böyle bir ilan yok bilgi yok. Konferans Hamamizade’de ama hiç bir duyuru yok afiş yok. Gittim baktım hoca orada. Selamlaştım kendimi tanıttım. Mustafa Arıcan Ayas deyince ismimi hatırladı. Yazılarıma artık cevap alamadığımı söyledim. Takipçi kitlesinin arttığını ve sorulara yetişemerne durumu olduğunu söyledi.

Bir tuhaflık vardı. Sanki özellikle kimse duysun konferansa gelsin istenmemişti. Hoca önce çağrılmış sonra sansürlenmişti. Zaten ben de sosyal medyadan öylesine küçük bir afişle haberdar olmuştum. Gelen giden yok gibi. Bir kaç kişi bekliyor. İlan olunan saat geçiyor. Program başladı. Evrensel Hafızlar Derneği’nden bilmem hangi hafız Kur’an tilavet ediyor. Sonra bir diğeri sonra bir diğeri. Allah Allah bu ne demek oluyor. öyle ya Konferansa geçilir. O da ne. Sanki konferans mübarek hafızlar geçidi. Adeta hocaya zaman kalmasın süreci işliyor. Belki onun üzeri hafız tilavet yapıyor. O kadar rahatsız oldum ki. Konferansa davet edilmiş adam. Ta İstanbul’dan kalkmış gelmiş. Ama davetçiler pişmanlık planı işletiyor. Sanırsam duymuşlar hoca Kuran merkezli. Kur’an’cı etiketi bunları rahatsız ediyor. Bir defa çağırmışlar sonra malumat edinmişler. Hocayı çağırmakla büyük hata etmişler. Ne kadar imkansızlık sağlarsalar o kadar sevap bilmişler. Hocaya zar zor bir sıra geldi. Birkaç kişiye birkaç kelam etti. Değil insanlar Kur’an’dan sadece bihaber. Kur’an’ı mümkün olsa aradan savarlar. Kim ki Kur’an merkezli konuşacak Kur’an hafızları bile rahatsız olacak. İşte böyle bir dünya bu. İman edilen kitabı anlamaz hafızalar. Zira zihinler talaffuzla dolu.


Böyle geçti yıllarım 9

Kur’an’ı anlama ikliminde bütün ayetleri bir defa okumam beş yılımı aldı. Yani ilk çevirim tam beş yılı aşkın bir zaman sürdü. Planıma göre bu ilk çeviri benim için bir iklim ve taslak olacaktı. Birçok ayeti doğru anlayabilmek için resmin bütününü bir defa görmem ve o iklimde zihnimi bir defa yoğurmam gerektiğini biliyordum. O bakımdan bu süreçte bazı ayetleri geniş perspektiften okuyabilmem için ertelemem gerektiğinin farkındayım. Okumalarımda bu tür ayetleri başta zihnimi çok yormadan mevcut algılar üzere bıraktım. Mevcut algı makul olmadığı halde anlamayı zamana bıraktım. Tüm ayetleri bir defa okuduğumda oluşan iklimle o ayetlere daha arı duru bakacaktım. Duam hep Rabbim doğrusunu sen bilirsin zihnimi aydınlat oldu. Rabbim ilmimi artır modunda zamana akmak oldu.

Ertelediğim ayetlerin başında miras ayetleri ve Musa ve bir kul kıssası ayetleri vardı. Zira ilk beş yıl içerisinde ben bu ayetleri mantıklı bir zemine oturtamadım. Mevcut algıyla miras konusunda matematiksel çelişki benim açımdan tartışılmazdı. Mevcut algıyla Allah katından rahmet ve ilim verilmiş bir kulun yaptıklarını doğru okumam da mümkün değildi. Kastedileni Allah bilir dedim erteledim. Bu iki konuda ayetleri mevcut ezberler üzere olduğu gibi bıraktım. Mesajı zihnimde derinlemesine akıl etmeyi ikinci süreçte yapacaktım. Konuyu direk ele aldığımda odaklanma sorunu yaşardım. O bakımdan okumalarımı hep Kur’an’daki resmi sıra üzerinden sırasıyla yaptım. Kur’an’ı ikinci defa baştan sona okumak üç yılımı aldı. Toplamda sekiz yılımı aldı. İşte bu düreçte tüm ayetlere derinlemesine baktım. Sonra bir üçüncü okuma daha yaptım. Bu iklimde 11 sene uğraştım. Bitmedi hâlâ bu iklimde nefes alıyorum. Şu an dipnotsuz yeni bir metin üzerinde uğraşıyorum.

Hiç unutmam ezberlerimden Kur’an’ın beni nasıl çıkardığını. Ne kadar okusam da ezberlerin sırtımda yük kaldığını. Sonunda ayetlerin nasıl da gözümden perdeleri kaldırdığını. Miraç algısını bir türlü aşamıyorum. Muhammed nebinin göklere çıkmasını kendime ispata çalışıyorum. Daha doğrusu bu ezber ikliminde İsra suresini okumaya çalışıyorum. Sonunda bunun bir hikaye olduğunu farkettim. İsra 90-93’e rağmen böyle anlamanın imkansızlığını farkettim. Bayındır hoca ve ekibinin göklerde mescidi aksa icadına hayret ettim. Kitap sünnet bütünlüğü söyleminin karanlığına hayret ettim. Enam 114-117’ye rağmen Kur’an’a rivayetin hakem yapılmasına hayret ettim.

İkinci okuma sürecimde Nisa 11-12. Ayetlerde büyük bir tahrif olduğunu gördüm. 11. Ayetin girişinde “Çocuklarınız hakkında” diye başlayan ifadede erkekli kızlı paylaşımın nasıl olacağı anlatılıyordu. Çocuklar hep erkek ya da hep kız olduğunda eşit paylaşacakları malumdu. Ayette “erkek için iki kız kadar, kızlar ikiden fazlaysa üçte ikisi onların, kız birse yarısı onun” deniyordu. Yani çocuklar erkekli kızlı olduklarında alacakları birbirlerine oranla paylaştırılıyordu. Bu paylar bütünden pay değil çocuklara bütünden kalan toplam hissenin çocuklar arasında erkekli kızlı paylaşımıydı. Ayete parantez açılarak hiç erkek yoksa yazılmış ya da çocuklar hep kızsa diye eklenti yapılmıştı. “Fe in kunne nisaen fevkesneteyni” ifadesinde böyle bir anlam mümkün değildi. Erkek kadın hepsini kuşatan zamirle böyle bir anlam mümkün olabilirdi. Bu parantezi ekleyebilmek için ifadenin “fe in kanu nisaen fevkesneteyni” olması doğru olabilirdi. Zira cümleye kunne ifadesiyle başlandığında kızlar anlatılıyordu. Çocuklar ikiden fazla kızsa denilebilmesi ancak “fe in kanu nisaen fevkesneteyni” ifadesiyle mümkündü. “Fe in kunne nisaen fevkesneteyni” ifadesi net olarak kızlar ikiden fazla kız iseler demekti. Zira kânû ifadesi tüm çocukları ifade edebiliyor ama kunne ifadesi sadece kızları ifade edebiliyordu. Ayrıca ayet oran olarak değil de kızların sayısı olarak okunduğunda ayette ikiden fazla kızın payı ve bir kızın payı ifade edildiği halde iki kız olduğunda ne kadar alacağı ifade edilmiş olmuyordu. Koca koca alimler burada büyük bir savruluşla ayette iki kızın ne kadar alacağı yok ama iki kız da ikiden fazla kız kadar alır söylemiyle adeta Allah’a matematik öğretiyordu. Sanki Allah iki kızın ikiden fazla kızla aynı şey olmadığını bilmiyordu.

Birgün ilahiyatçı stajyer kız öğrencilerimle bu Konuyu konuşuyorum. Belki kız olmaları konumuz özelinde daha farklı bakmalarını sağlar diye düşünmüştüm. Ama ne mümkün. Sonunda dedim ki bak ayette bir kızın ne kadar alacağı var ikiden fazla kızın ne kadar alacağı var peki iki kız olursa ne olacak? Allah iki kızın payını söylemeyi mi unuttu yoksa iki kız ile ikiden fazla kız aynı şey mi? Hemen meali bütün okudu. “Erkek için iki kız kadar, kızlar ikiden fazla ise üçte ikisi onların, kız bir ise yarısı onun” Hocam başta diyor ya dedi “erkek için iki kız kadar” Dedim ki işte fıtrat öyle dile gelir. İstemeden de olsa şimdi gerçeği dile getirdin.

Bu konuyla ilgili yazımı Temmuz 2013’te yazdım. Yazı linkini birçok profesöre gönderdim. Mehmet Okuyan hocama da mail olarak gönderdim. Birgün Mehmet hocamın Trabzon’da konferansı var. Gittim dinledim. Çıkışta adımın Mustafa Arıcan Ayas olduğunu söyledim. Sen o musun dedi. Hocam Nisa 11 konusunda sizinle bir yazı paylaştım okudunuz mu dedim. Hayır bir daha malime gönder bakayım dedi. Tekrar gönderdim. Sonra yıllar geçti bir ses çıkmadı. Bugün hocamın meali piyasaya çıktı. Nisa 11. Ayete baktığımda parantez içinde (çocuklar) ifadesini maalesef görüyorum.

Mehmet Hocamın meali

Allah size, çocuklarınız hakkında, erkeğe, kadının payının iki misli gibi (miras vermenizi) emreder.* (Çocuklar) ikiden fazla kadın iseler, (ölünün) bıraktığının üçte ikisi onlarındır. (Mirasçı) tek bir (kadın) ise (mirasın) yarısı onundur. Ölenin çocuğu varsa, ana babasından her birinin mirastan altıda bir payı vardır. Çocuğu yok da ana babası ona mirasçı olmuş ise annesine üçte bir (düşer). Ölenin kardeşleri varsa, annesine altıda bir (düşer. Bütün bu paylar, ölenin daha önce yapmış olduğu) vasiyetten ve/veya borçtan sonradır.* Babalarınız ve oğullarınız(dan) hangisinin size yarar bakımından daha yakın olduğunu bilemezsiniz.* (Bunlar) Allah tarafından belirlenmiş farzlardır (paylardır). Şüphesiz ki Allah bilendir, doğru hüküm verendir.

Bu da benim anladığım

4.11.Allah size evladınız hakkında erkek için iki kız payı kadar tavsiye eder. Eğer kızlar ikinin üzerinde olursalar bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer kız bir olursa bıraktığının yarısı onundur. Eğer mirası bırakanın çocuğu varsa bıraktığından anne babasının her biri için altıda bir vardır. Eğer çocuğu yokken anne babası ona mirasçı olmuşsa annesi için üçte bir vardır. Bu durumda miras bırakanın kardeşleri de varsa annesi için altıda bir vardır. Bu paylar miras bırakanın vasiyetinden ya da borcundan sonradır. Babalarınızın ve çocuklarınızın fayda bakımından hangilerinin size daha yakın olduğunu bilemezsiniz. Allah tarafından böyle belirlenmiştir. Elbet Allah hakkıyla bilendir, gerçeğin hükmünü ortaya koyandır.


Böyle geçti yıllarım 10

2011 yıllarıydı. TOKİ’den bir daire aldım. Küçük bir meblağ peşin ödeme yaptım. 20 yıla yayılan bir ödeme takvimi vardı. Ödeme takvimi memur maaş zamları yüzdesine göre ocak ve temmuz aylarında yıl içerisinde iki defa zamlanıyordu.

20 yıl çok uzun bir süreç. Ama ödeme açısından birikimi olmayan için bir kolaylık ve bir fırsattı. Ödediğimiz taksit kira gibi bir durum arz ediyordu. Kiraya yıllarca ödeme yapıp sonra ömür geçti elde var sıfır durumuna göre elbet vatandaşın lehine bir durumdu.

20 yıl boyunca taksit ödemekten kurtulmak istiyordum. TOKİ yüzde yirmilik bir indirim imkanı sundu. Ödemeleri peşin yapma durumunda mevcut toplam ödeme üzerinden yüzde yirmilik bir indirim sağlanıyordu. TOKİ satışları Ziraat Bankası üzerinden yapmış ve Ziraat bankası yüzde yirmilik indirimden yararlanmak isteyenlere kredi veriyordu. Meseleyi araştırdım. Kredi almam durumunda ödemeyi sabit bir ücret üzerinden 10 yıllık kredi taksitlendirmesi olarak ve TOKİ’ye kalan borç üzerinden 16 yıllık borç taksiti olarak kıyasladığımda kredi çekmem benim açımdan çok daha az bir külfeti sağlıyordu.

Bildiğimiz üzere faizin haramlığı sömürücü varlıklı kimselere karşı zaafta olan ihtiyaç sahiplerini korumak içindir. 2007 yılından beri Kur’an okumaları yaptığımdan konunun özüne vakıftım. Ülkemizde hoca diye ağzı laf yapan evi arabası olan maaşlı işli güçlü tuzu kuru kimseler faiz konusunda sömüren tarafa uyarı olan ayetleri zaafta olan ve sömürülme durumunda olan vatandaşa okumayı bilgelik sanıyorlardı. Bu hocalar sıkıntıya düşmüş vatandaşa çözümsüzlüğü din diye vaaz ederlerken ne karzı hasen sunarak maddi bir genişlik imkanı sağlıyorlar ne de dinin özünü doğru anlatarak çözümsüzlüğü bertaraf ediyorlardı. Sanki faiz ayetlerinde dara düşmüş ve çözüm arayan ve bu yüzden sömüren tarafın ağına düşen garibanlara uyarılar yapılıyormuş gibi sömürene uyarı olan ayetleri kredi almak haram diyerekten darda olup çözüm arayan vatandaşa okuyorlardı ve hâlâ aynı nakarattalar. Yaptıkları şey ne maddi bir yardımda bulunup vatandaşın sıkıntısına çare olmak ne de ayetlerin dediğini doğru aktararak sıkıntıyı aşmada bir çözüm sunmak.

TOKİ’nin bu yüzde yirmilik indirim imkanı sebebiyle muhasebe yapmam gerekiyordu. Üç yönlü bir muhasebeye girdim. Meselenin birinci yönü TOKİ taksiti ile kredi faizi ödeme arasında bir benzerlik olup olmadığı konusuydu. İkinci yönü benim zararımın ya da altına girdiğim yükün kredi çekmem halinde mevcut durumdan ağır mı yoksa hafif mi olacağı konusuydu. Üçüncü yönü ise Kur’an’da faiz ayetlerinin gerçekten ne dediğini tekrar incelemem gerektiğiydi.

Ziraat bankası e-bankacılık hesabıma girdiğimde menüde kredi hesabı diye bir şey olduğunu fark ettim. Menüye girdiğimde gördüğüm gerçek şu idi. Devlet benim TC numaram üzerinden bankadan kredi edinmiş yani benim adıma açıkça kredi çekmiş. Ödemeleri devlet yapıyor. Ben ise devlete memur maaş zam oranlarına endeksli bir artış periyoduyla taksit ödemesi yapıyorum. Güya ben kredi çekmemiştim ama işin aslı öyle değildi. Şekilsel bir hile üzerinden kredinin bir tarafı durumundaydım. Devletin ödemesi ve benden alması durumuna baktığımda devlet ayrıca benim üzerimden kâr eden durumundaydı.

Mevcut ödeme durumumla kredi çekmem halindeki yükümü ve kârımı zararımı kıyasladım. Benim açımdan kredi çekmek mevcut şekliyle devam etmekten çok daha hafif bir yüktü. Kredi çekmem durumunda toplamda ödeyeceğim borcum iyice azalıyor ve ayrıca yirmi yıl (dile kolay) bir ödeme yükünü nerdeyse yarı yarıya bir zaman sürecine indiriyordum.

Üçüncü olarak faizle alakalı tüm ayetleri kendi bağlamında yeniden okumaya karar verdim. Tüm ayetleri buldum ve kendi bağlamında okudum. Tüm ayetlerde birilerinin zaafından nemalanmaya çalışanlara uyarı yapılıyor ve ödemede zorlananlara imkan vermeleri, erteleme yapmaları, faizinden vaz geçmeleri hatta sadaka olarak faiz dışındaki bölümden de bağışta bulunmaları isteniyordu. Ayetler tamamen ihtiyaçlıları korumaya yönelik buyruklardı. Hocalar nedense zalimlere uyarı olan ayetleri mazlumlara okumayı bilgelik sanıyor ve Allah’ın ayetlerini alakasız bir dindarlığa alet ediyorlardı.

Oysa hocaların gerçekten bu ayetlerle ilgili bir duyarlılıkları varsa Türkiye’deki büyük fotoğrafı görmeleri, Türkiye Cumhuriyet (Cumhuriyeti değil) Merkez Bankası diye bir şirket üzerinden kurgulanan borca dayalı para sistemini sorgulamaları ve faiz ayetlerini bu sömürü düzeni çarkının zulüm olduğuna dair halkı bilgilendirmek için okumaları gerekirdi. Her şey ters yüz edilmiş, ayetlerin muhatapları değiştirilmiş ve ayetlerin mantığı tam bir hiç edilmişti. Sömürüyü yasaklayan ayetler Müslümanlık adına daha fazla sömürüye uğramaya alet ediliyor, kredi haramdır git yıllar boyu kira öde elde var sıfır kal iyi bir Müslümanlık budur üfleniyordu.

İşte faizle ilgili ayetler

2.274.Mallarını gece gündüz, gizli aleni gereğince sunum yapanların ecirleri Rablerinin katındadır. Onlara korku yoktur, üzülen kimseler olmayacaklardır.

2.275.Ribayı (getirili nemayı) yiyenler ancak şeytanın deliresiye çarptığı kimseler gibi kalkış gösterirler. Böyle olması onların “satış da riba (getirili nema) gibidir” demeleri yüzündendir. Oysa Allah satışı helal ribayı (getirili nemayı) haram kılmıştır. Kime Rabbinden bir öğüt ulaşır da neticede yanlışına son verirse geçmiş olan onundur. Durumunu değerlendirmek Allah’a kalmıştır. Kim yanlışa dönerse onlar ateşin yoldaşıdırlar. Onlar onda devamlıdırlar.

2.276.Allah ribayı (getirili nemayı) boşa çıkarır sadakaları artırır. Allah iyilikten geri duran hiçbir nankörü sevmez.

2.277.İnanan, uygun davranışlarda bulunan, yönelimi gereğince ifa eden ve uygunluğu sağlayan kimselerin Rablerinin katında ecirleri vardır. Onlara korku yoktur, üzülen kimseler olmayacaklardır.

2.278.Ey inananlar Allah’a bilinçli duyarlı olun ve ribadan (getirili nemadan) arda kalanı bırakın! Tabi eğer inanır kimseler olmuşsanız!

2.279.Eğer bunu yapmazsanız Allah ve Resulü ile savaş halinde olduğunuzu bilin! Tevbe ederseniz mallarınızın ana değeri sizindir. Haksızlık da etmemiş olursunuz haksızlığa da uğratılmazsınız.

2.280.Eğer borçlu darlık içinde olursa rahatlayana kadar süre tanımak gerekir. Eğer bilseydiniz borcu sadaka olarak bağışlamanız sizin için daha da iyi olurdu.

2.281.Allah’ın huzuruna çıkarılacağınız, yanı sıra herkese yaptığının karşılığının tam olarak verileceği, kimseye haksızlık yapılmayacağı bir güne karşı bilinçli duyarlı olun!

3.129.Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Gerek gördüğünü bağışlar, gerek gördüğüne azap eder. Allah bağışlayıcıdır, iyilikle muamele edicidir.

3.130.Ey İnananlar, kat kat ve eklentili olarak riba (getirili nema) yemeyin! Allah’a bilinçli duyarlı olun ki belki ferahlığa mutluluğa erersiniz!

3.131.Dikkate almaz olanlar için hazırlanan ateşe karşı bilinçli duyarlı olun.

3.132.Allah’a ve resule itaat edin ki belki merhamet görürsünüz!

3.133.Rabbinizden olan bağışlanmaya, genişliği gökler ile yer kadar olan cennete koşuşun. Bilinçli duyarlı olanlar için hazırlanmıştır.

3.134.Onlar ki bollukta ve darlıkta gereğince sunumlar yaparlar, öfkelerini yutarlar ve insanları bağışlarlar. Allah gereğince davrananları sever.

4.160.Haksız tavırları ve birçoklarını Allah’ın yolundan alıkoymaları sebebiyle Yahudi olanları kendileri için helal kılınmış nice iyi temiz faydalı şeylerden mahrum kılmışızdır.

4.161.Kendisinden men edilmiş oldukları ribayı (getirili nemayı) almaları ve insanların mallarını haksız dayanaklarla yemeleri sebebiyle kendilerini mahrum kılmışızdır. Onlardan dikkate almaz olanlara acıklı bir azap hazırlamışızdır.

30.37.Görmüyorlar mı ki Allah rızkı gerek gördüğüne geniş tutar ve ölçülü verir. Elbet bunda inanır olanlar için deliller vardır.

30.38.Şu halde yakınlığı olana, gereksinimi olana ve yolculuğu olana hakkını ver. Allah’ın ilkesini irade edenler için iyi olan budur. Ferahlığa mutluluğa erecekler işte onlardır.

30.39.İnsanların mallarının arasında artması üzere riba (getirili nema) olarak verdiğiniz şey Allah’ın katında artacak değildir. Allah’ın ilkesini irade edip uygunluk olarak sağladığınız şeye gelince işte onlar kazançlarını katlayacak olanlardır.

30.40.Allah sizi yaratan yanı sıra rızıklandıran yanı sıra öldürecek olan yanı sıra diriltecek olandır. İştirakçilerinizden size bunlardan herhangi birini yapabilecek olan var mı? O’nun şanı yücedir, onların iştirakçi edindiklerinden uzaktır.

Netice itibariyle kredi çekerek taksit tutarımı 120 aya indirdim. Kredi çekme esnasında TOKİ sistemi gereği daireye girdiğim zamanki toplam borç miktarımın üç dört yıl ödeme yapmış olmama rağmen hiç azalmadığını gördüm. Zira TOKİ sisteminde sadece taksit sayınız azalıyor ama aylık ödeme miktarı memur maaş artış oranına göre değiştiği için toplamda borcum azalmak yerine artmış durumdaydı. Tüm açıklamaları dinledim okudum, Kredi borcunu ödemede ara ödeme şeklinde bir durum hakkında bilgi aldım ve sözleşmeyi imzalayıp krediyi çektim TOKİ borcunu kapattım ve bankaya borçlandım.

İki üç yıl sonra gittim bir ara ödeme yaptım. Şöyle ki ara ödemede taksitlerden belli bir aralığı ödüyorsunuz. Taksit sırasına göre baştan ileri doğru ödüyorsunuz. faizler ilk taksitlerde yüklü miktar oluyor sonradan azalıyor. O bakımdan ilk başlarda ara ödeme çok karlı. Misalen 30 ve 50. taksit aralığını ödüyorsanız o aradaki tüm taksitlerin sadece ana para borçlarını ödeyip faizlerinden kurtarıyorsunuz. Ara ödeme yaptığınız için bir de erken ödeme cezası diye bir meblağ ödüyorsunuz. Bu şekil bir ara ödeme imkanını kullanmanız yükünüzü çok hafifletiyor.

Birinci ara ödemeden bir iki yıl sonra yeniden bir ara ödeme yapmak için kendi hesabımı yapıp bankaya gittim. Müşteri temsilcim değişmiş. Krediyi çektiğim temsilcim ise askere gitmiş. Benimle ilgilenen şahsa bu şekil bir ödeme yöntemini imkanı yok anlatamadım. Bilgisayar üzerinden programda böyle bir imkan yok böyle bir ödeme şekli yok diyor. daha önce yaptığım ödemeyi anlatıyorum gösteriyorum, kime gitsem yok diyor öyle bir şey. Müdüre çıktım aynı telden aynı hava. Çok sinirlendim bankada bağırdım biraz ve çıktım gittim. Bir yıl kadar sonra askerdeki arkadaş terhis olmuş. Aradım kendisini ama başka bir banka şubesinde çalışıyor. durumu izah ettim. Sistemde vardır nasıl olmaz falan filan dedi git şöyle de diye bazı açıklamalar yaptı. ilginç olan daha önceki beni uyuz eden müşteri temsilcisine gittiğimde hiç izaha gerek kalmadan ara ödeme isteğimi açıklamamdan sonra daha önce kendisine bir türlü anlatamadığım ödeme şeklini önüme koydu. hayretle kendisine baktım ve yahu geçen yıl bir türlü anlatamadığım işte bu dedim. Gözüme şaşkın şaşkın baktı ve sadece gülümsedi. neyse daha üstelemeden bir ara ödeme daha yaptım. Böylece borcumda iyice bir hafifleme ve yüklüce miktarda faizlerden kurtulma imkanım oldu.

Ödemelerim e-bankacılık üzerinden devam ediyordu. Bir aylık erken ödeme yaptığımda ödemede belli bir miktar erken ödeme indirimi olduğunu fark ettim. E-bankacılık üzerinden bir aylık bir erken ödeme yaptım. Netice olarak bundan sonraki her ay yaptığım ödeme bir ay erken ödeme durumuna düştüğünden her ay cüzi bir miktar az ödeme imkanım oldu. 2011 de aldığım daire 20 yıllık bir ödeme ile 2031 yılında tamamlanacakken yaptığım bu muhasebe ve izlediğim bu yol haritası neticesi şu an 2021 yılındayız ve son bir taksitim kaldı. hayatımdan bu tecrübeyi de siz dostlarımla paylaşmak istedim. Doğrusuyla yanlışıyla bu benim tecrübem ve benim yaşadığım bir süreç. Elhamdülillahi Rabbil alemin: Değerlendirme alemlerin Rabbi Allah’a ait. Tüm dostlara selamlar sevgiler…


Böyle geçti yıllarım 11

2019 sonu 2020 başları. Bir salgın haberleridir gidiyor. Cavid sahaya inmiş. Artık Türkiye’ye de geldi gelecekmiş. Ve nihayet Türkiye’de de bir tane görülmüş ve devamı…

Televizyonu açtın mı aman Allahım! İnsanlar bir bir yere yığılıyor. Ceset torbaları dolup taşıyor. Hergün her saat dehşet bir tablo fırçalanıyor. Tüm medyanın kontrolüne girdiği küresel ressamın fırça darbeleriyle her saat zihinler boyalanıyor. Korku korku korku. Hedef çemberini genişletecek ve zihinleri köreltecek insanlığı sürü edecek, aklı işlevsiz edecek tek çare ünvanlı makamlılarca üfürülecek ve her an her saat sahnelenecek korku korku korku…

Cavid virüs olmuş esintileniyor, korku salgın olmuş üfürülüyor, bilim efsun olmuş pompalanıyor. Akıl etme iradesi örseleniyor. Akıl eden bilim düşmanı, ilaç düşmanı, aşı düşmanı ediliyor. Artık iş sosyal hayata resmi mecburiyete taşınıyor. Okullar tatil. Hayat eve sığar yalanı ezber olunuyor. Haydi eve dayatması yapılıyor. Tek çare hastalığa yakalanmamak deniliyor. Resmi kanallardan hukuk insanlığın hakkı olmaktan uzaya pompalanyor. Uzaktan eğitim adı altında gençliğe gökyüzü yerine bilgisayar ekranı sahneleniyor. Her taraftan korku üfürülerek zihinler efsunlanıyor. İnsanlığın en önemli farkı olan farkındalığı elinden alınıyor, akıl etme kınanıyor. Artık oksijen bile bedava değil. Büyük bir hayat pahalılığı yollanıyor. Maskelenen yüzler, oksijen gitmeyen beyinler, düşün(e)meyen zihinler. İhsan ve Hikmet ikliminin temsilcisi insan denen varlık sıradan bir yaratık olmaya kodlanıyor. İnsanlık bilim denerek, teknoloji sahnelenerek, ünvan üflenerek, makam tetiklenerek korku efsununda baskı ikliminde zillete doğru yollanıyor.

Bilim bilim bilim. Tek çare filim(!) PCR yaptır zihnini kaptır, iğneni yaptır(!) Maskeni tak, mesafene bak, hijyene ak, ekrana bak. Bugün ölü sayısı bu, hasta sayısı şu, kurtulan sayısı o. Sakın evden çıkma, aklına bakma. Sakın ekrandakilerden başkasını dinleme, bilimden ya da filimden çıkma, cahillerden olma(!) Sakın sana sahnelenen dışında istediğini bilim ünvanlı da olsa Prof da olsa dinleyen olma. Sakın ama sakın dayatılan iklimden şüphe eden olma(!)

Evet insanlığın farkındalığının elinden alındığı, bir sürü gibi güdüldüğü, iliklerine kadar benliğinden edildiği bir süreç yaşanıyor. Bilim söylemi sürekli sahnede, bilim insanları harıl harıl insanlığın iyiliği için çalışıyor(!) Ama nedense ekrandaki rakamlar çareyi değil çöküşü, aydınlığı değil karanlığı, güveni değil korkuyu, umudu değil bitişi resmediyor. Sorun ne? Eğer bu bilimse ve ekran profları doçları kamyonları haklıysa bu baskılar doğruysa neden iyiye değil bu gidiş? Bir yerde bir yanlış yok mu? Bilim denince şüphe yok mu? Şüphe ile başlar denilen bilim artık mutlak mı? Bilim adamı ünvanı alınca hukuk yok mu? Kişi bilim derse bilim adamıyım derse, labaratuvar deney gözlem derse artık konuşma hakkı düşünme hakkı sorgulama hakkı başkalarında yok mu? Asıl labaratuvar, deney ve gözlem insanlık sahnesi olan hayatın bir anlamı yok mu? Herşeyin kötüye gittiğini söyleyen rakamların hayat sahnesinde bilim için ya da filim için bir anlamı yok mu? Bilim dogma mı put mu? Bilim adamı filim dogmasında aracı bir put mu?

Bu süreçte birçok şey yaşadım ve yazdım. Birçoğu face tarafından silindi ve paylaşım engelli oldum.

Bu efsun ikliminde nefesimi maskelemedim Tanrı’nın en büyük nimeti oksijeni hep aldım. Yüzümü maskelemedim bildiğimi gördüğümü tüm baskılara dışlamalara hakaretlere rağmen samimice yazdım. Deli diyen de oldu, bu yaptığın suç diyen de oldu, arkadaşlığımdan çık diyen de oldu. Neler yaşadım neler yazdım ve nice yazım bizzat bu platform tarafından anında silindi ve günler aylar boyu artık yazamazsın denildi sayfamda paylaşımlarıma engel konuldu. Bugün hâlâ gelecekten çok umutlu değilim. İnsanlığın küresel iklimde daha nice tuzaklarla cebelleşeceğinden eminim. Alemlerin Rabbi şeytanilerin efsununa karşı insanlığa bilinç lutfetsin inşallah. Bu şeytanilerin efsunu gören gözler için defalarca deşifre oldu. Ama niceleri hâlâ bu efsundadır ve bu filime iman etmiş durumdadır. Daha sonra bu gözler o filimden nice sahnelere tanık oldu. Meğer ceset torbaları ve yere yığılan beyinler hep bir filimdi bir sahneydi. Beyinlere üfürükte kurgulanan bir kareydi. Ceset torbası içinden sıgarayı tüttürenler, kameraman tarafından at sıgarayı diye dürtülenler, kamera arkası deşifre olmuş daha nice nice görüntüler…

Peki ben bu süreçte hasta oldum mu ve neler yaşadım. Onu tarihe not düşme açısından facede daha önce paylaşmıştım. Buraya o yazıyı da bir ek ve katkı olarak kopyalıyorum

______________________________

16 Ocak 2022 Tarihli yazım

Sürekli hareket bol su, sıvı ve temiz hava…

Bir ay kadar önce Covid geçirdim. Çok da ağır geçirdim. Öleceğimi bile düşündüm. Ailemin tüm baskılarına rağmen hastaneye gitmedim. Elhamdülillah Allah ömrümü sonlandırmadı şifa verdi. PCR testini mecbur yaptırdım. Zira birilerine bulaştırma ve devamında afaroz edilme riskim vardı. Cuma bu yüzden sağlık ocağı raporu aldım ve işe gitmedim. PCR yi pazar günü yaptırdm. Cuma cumartesi pazar o kadar şiddetli baş boğaz ağrısı ve halsizliğe rağmen araba sürebildim gezebildim. Ne zaman ki pozitif test ve karantina başladı dışarı çıkamadığım için temiz ve açık hava ikliminden ve hareketten yoksun kaldım.

Evde maalesef oturmamam gerektiğini, sürekli hareket halinde olmam gerektiğini düşünemedim. Oturdum yattım. Pencereyi aralık bırakıp temiz hava alırsam ve bol sıvı alırsam yeteceğini sandım. Maalesef hareketsizlik beni çökertti. Suyu da alamaz oldum. Zira koku tad gitti ve sudan ikrah ettim. Su içemez olunca günden güne ağırlaştım. Sürekli ishalim ve su kaybım vardı. Tek şifam hareket temiz hava ve bol sıvı takviyesiydi. Keşke o çekyata oturmasaydım da baştan beri evde hareket edebilseydim. Sorunum hareketsizlik ve sıvı kaybıydı. Maalesef hastalığın şifası her ne ise devletin çözümü onu imkansız kılıyor. Neredeyse son kullanma tarihi bir yıl önce bitmiş favipiravir verip beni eve kapattılar. Tabi ki o ilacı sekiz sekiz atıp intihar edecek kadar aptal değilim. İhtiyacım serumdu. Her nedense bu plandemiden önce tüm ağır hastalar serum ile tedavi edilirken devlet covit için serum tedavisini uygulamama zulmü başlatmıştı. 112’yi aradım ve serum ihtiyacım olduğunu su kaybımın çok olduğunu söyledim. Bana dediği şey Covid hastalığında serum diye bir tedavi yok saçmalığı idi. Çevremde aşılı olup da benim gibi ağır geçiren insanları biliyorum. Bir de doktor yakını olan şanslılar var. Evde gelip serum takınca iki günde iyileşip kalktılar. DSÖ kılavuzluğu yüzünden evde hareketsiz susuz temiz havasız günden güne insanlar çöktüler. Yedi gün içerisinde ağırlaştılar. Hele sekiz sekiz favipiravir ve vakti zamanında bağışıklığı çökertme ilacı hidrosiklorin alanlar ölüme koştular. Devamında hastanelerde yoğun bakım ve entübeyle ölümler. Allah kimseyi ellerine düşürmesin. Tek avantajım her gece ve gündüz pencerem açıktı ve temiz hava aldım. Bir iki defa arkadaşlarım eve işkembe çorbası ve kelle paça getirdiler. O çorbalar nasıl bir gıda ise adeta ölü iken beni dirilttiler. Karantinadan çıktığımda 6 kg vermiştm. Nefesimde daralma vardı. Kontrole gittim. Kanda yüksek oranda pıhtılaşma için kan sulandırıcı iğneler. Maalesef bir sebeple coraspini de hasta iken zarureten kesmek durumunda kalmam bana ağır neticeye mal olmuştu. Hasta iken serum vermeyip evde hapis eden ve sıvı yetersizliği sonucu kan pıhtılaşması sonucu ölüme sürükleyen DSÖ müridi tıpçılara lanet olsun. Hasta iken kan pıhtılaşmasına karşı tedavi vermeyip sağ çıkabilenlere kan sulandırıcı iğne tedavisini akıl eden tıpçılara lanet olsun. Birilerinin ürettiği ticaret sıvılarını aşı diye tek çare dilinden düşürmeyen ama teşhis ve tedaviyi konuşmayıp hastaları temiz havadan yoksun, hareketsiz ve sıvı takviyesiz koyan dsö müridi cahil proflara lanet olsun. Eğer eve kapanmasaydım ve grip gibi dışarı çıkıp açık havada hareketli olabilseydim bu ağır tabloyu yaşamayacaktım. Eğer tanış bir doktorum olsaydı ve serum takviyesini daha başta ağırlaşmadan alabilseydim bu ağır süreci yaşamayacaktım. Ben ki daha önce birkaç kez ağır zatürre geçirmiş ve astım hastasıyım buna rağmen elhamdülillah atlattım. Ben ki her gripten sonra zatürre olan biriyim yine de tüm bu şartlara rağmen elhamdülillah atlattım. Hasta olanlar sürekli hareket halinde ve temiz havada olsunlar. Bol su ve sıvı ne pahasına olursa olsun mutlaka alsınlar. Allah kimseyi hastaneye düşürmesin. Hele hele yoğun bakımlara. Serum takmayı bile akıl edemeyen ve serum ihtiyacım var diyen sürekli su kaybındaki hastaya covidin serum diye bir tedavisi yok diyenler ne doktordur ne de insan. Allah kimseyi bu dsö müridi cahil tıp cahillerine muhtaç etmesin. Çok şükür ki tüm baskılara rağmen direndim ve ellerine düşmedim. Hastaneye giden Maalesef ölü çıkıyor zira teşhis yanlış tedavi yanlış. Yazıklar olsun kendilerinin prof doç gibi ünvanları varken tedavi adına tek üretimleri olmayıp ekran ekran aşı aşı diye sayıklamayı doktorluk sanan zavallılara…

_______________________

Evet şimdi şu kan sulandırıcı iğne ve tedavinin devamına gelelim. D-dimer testi yapıldı. Sonuç 9000 üzerinde çıktı. Normal aralık referans değeri 0-500 arası. Bu test kan pıhtılaşmasını ölçüyormuş. Doktor akciğer embolisi deyip kan sulandırıcı iğne yazdı. Acilde bir tanesini vurulup nasıl vurulacağını öğrendim. Yedi tanesini kendim kendime yaptım. Kontrole gittim. D-dimer 2300 civarı çıktı. Dokuz binden iki binlere inmiş. Sebep sekiz iğne. Doktor bu kez 10 iğne yazdı. Düşündüm sekizi bu kadar düşürürse on tane daha kullanırsam kan için aşırı bir değer düşümü ve risk olur. Doktora coraspin alayım olmaz mı ben iğne istemiyorum dedim. Asla olmaz iğneleri ihmal etme pıhtı var pıhtı atar ölürsün dedi. Reçeteyi okuduğumda iğnenin domuz bağırsağı mukozasından yapıldığını öğrenmiştim. Bu da benim açımdan kabul edilebilir bir tedavi ya da hoş görünen bir tedavi değildi. İğneleri almadım. Coraspin aldım ve kullandım. Tekrar kontrole gittim. Coraspin 2300 değerini sadece 2200’e düşürebilmişti. Doktorda bir panik dinlemiyor hiç beni. Ben kendisine iğneleri almadığımı anlatıyorum ama duymuyor. Kulak vermiyor. Sen sus doktor benim diyor. Derhal ilaçlı bir tomografi randevusu aldı. İlaçlı tomografiye gittim. Sonuç pıhtı mıhtı yok. Sonucu doktora getirdim. Birşeyin yokmuş dedi. Ben iğneleri almamıştım size anlatamadım dedim. Yok sakın iğneleri alma iyi ki almamışsın iğneleri alırsan kanın aşırı sulanır çok cıvıklaşır risk olur dedi, coraspine devam et dedi. O zaman karantinadan yeni çıktığım süreçti. Merdiven çıkarken aşırı Kuru öksürük yaşıyordum. Akciğer filmimde ağır covid tutulumu teşhisi vardı. Doktor bir yıllık rapor çıkarmış ve ciğerleri açıcı nefes çekme ilacı yazmıştı. Ben iyi ki iğneleri vurulmadığımı makul davrandığımı farkettim. Coraspini de bıraktım ciğerlerime çektiğim o rapor çıkarılmış hava ilacını da bıraktım. O süreçte uzun zaman bir diş sarımsak küçük küçük hap gibi yaparak geceleri yatarken yuttum. Bir de kestane balı kullandım uzun süre. Kestane balı temiz hava yürüyüş falan derken hiçbir şikayetim öksürüğüm kalmadı. Doktora kontrole de gitmedim. Elhamdülillah bu sıhhati lutfedene.

Böyle geçti yıllarım 12

Bir düşünce serüveni hikayesi

2007 yılı itibariyle Kur'an'ın iklimini teneffüs etmeye başladım. Her akşam iş dönüşü iki üç saat Kur'an'ı Kur'an'dan okumaya odaklandım. Kelime mealli bir Kur'an metni üzerinden okudum düşündüm anlamaya çalıştım ve anladığımı yazdım. Önümde birkaç Arapça Türkçe sözlük, Arapçadan Arapçaya sözlük ve Türk dil kurumu sözlüğü vardı.

Fark ettiğim en belirgin şey Kur'an metninin diğer Arapça metinlere göre çok daha kolay ve anlaşılır bir metin olması ve Kur'an'ın kendisini mubin mufassal ve müyesser olarak tanımlamasıydı. Okudukça zihnimin açıldığını, anlayışımın berraklaştığını, heyecanımın katlanarak arttığını fark ediyordum. Önümdeki metin çok cesaret ve güven vericiydi. Farkındalık sağlayan bir metin olduğunu net görebiliyordum. Muhatabından mutlaka vicdanlı olmasını, iyi niyetli uygun iradeli olmasını, kendi sorumluluğunu almasını, önyargılardan srınmasını, ezberlerle değil akıl ederek yol almasını istiyordu. Beni sürekli kendine çekiyor, adeta ruhumu okuyor ve kendini bana açtıkça dünyamın genişlediğini hissediyordum.

Bu sürece girdiğimde benim bir yönelişim vardı.  Bedihi bazı ilkelerim vardı. Tek derdim anlamak ama mutlaka doğru anlamaktı. Din diye bildiklerim ne olursa olsun önümdeki kitapla ezberdeki bilindik din algısını kıyasladığımda safım Kur'an'ın yanında olmaktı. Mutlaka din anlayışımı yeniden inşa edecektim ve zihnimi Kur'an'la formatlayacaktım. Bu kitap eğer yaratandansa akla, mantığa, vicdana, iyiliğe, hakka hukuka uygun şeyler söylemek durumundaydı. Mutlaka okudukça zihnimi açmak ve anlayışımı berraklaştırmak durumundaydı. Mutlaka beni aldığı noktadan daha yukarılara taşımak durumundaydı. Mutlaka beni geliştirmek olgunlaştırmak durumundaydı. Mutlaka beni daha iyi bir insan, daha emin bir insan yapmak durumundaydı. Eğer Allah'tansa, Allah insanı muhatap almışsa benim anlayabileceğim ve ezberlerimi aşmamı sağlayacak bir kitap olmalıydı.

Ezber dini bilgilerimde aklıma yatmayan bazı hususlar vardı. Bu kitapta mutlaka bunların çözümü ve cevabı olmalıydı. En başta Allah'tan olan bir kitabın anlayacak olan her birey için anlaşılır olması şarttı. Allah meramını anlatmaktan aciz olamazdı. Allah anlaşılmasın diye kelam etmiş olamazdı. Anlamak iradesinde olan için anlaşılır olmayan kitap Allah'tan olamazdı. Okuyucunun derdi anlamak olmalıydı ve sözü sahibinden dinlemek, mesajı bağlamında okumak olmalıydı. Kişinin bakışı toplumdan edindiği ezberleri ve din diye mezhepsel ya da kültürel bazı kırmızı çizgileri kitaba dayatmak olmamalıydı. Yöneliş kitabı ezberlerle yargılamak asla olmamalıydı. Konu din ise ve bir kitap dinin gerçek sahibindense hakem o metin olmalıydı, hakem o metnin sahibinin yarattığı doğa olmalıydı, fıtrat olmalıydı, hayat olmalıydı. Yaratan yarattığına aykırı konuşamazdı. O yüzden kitap ispatını hep yaratılanlardan, doğadan, doğallıktan, fıtrattan sunmalıydı. Kitap akla mantığa ve matematiğe uygun olmalıydı. Benim kırmızı çizgilerim bunlardı. Bunlar uygun iradeli olanlar için tartışmasız bedihi gerçeklerdi.Yoksa kitap gerçekten Allah'ın mesajı olamazdı.

Mesela çelişkiler varsa kitap kesinlikle Allah'tan olamazdı. İnananlarına hakka hukuka ve iyiliğe aykırı yollar sağlıyorsa kitap Allah'tan olamazdı. Kişi empati kurduğunda karşı tarafın kendisine yapmasını doğru bulamayacağı şeyleri bu kitaptan kendisi için başkaları karşısında hak edinebiliyorsa kitap Allah'tan olamazdı. Matematiksel anlatılar ve paylaşımlar matematikle uyuşmuyorsa kitap Allah'tan olamazdı. 

Eğer kitap savaşta düşmanın karısını kızını bacısını esir aldığında artık o senin için bir mal hükmündedir, kölendir cariyendir yani cinsel ganimetindir diyorsa kitap Allah'tan olamazdı. Zira bunu kafir dediklerimiz bize yapsa onların ne kadar aşağılık olduğunun göstergesi bir zorbalık olarak görürdük. Aşağılık davranışlar kim yaparsa yapsın aşağılıktır bunun tartışması ve anlaşılamaz bir yanı olamazdı. O bakımdan cariyelik konusunu bir de bu kitaptan okumalıydım. Gördüm ki Kur'an'ın ayetlerinde cariye diye blr kelime yoktu ve "ma meleket eyman" ifadesi cariye diye tahrif edilmişti. Oysa Kur'an müşrik zihinleri şöyle tanımlıyor ve yanılgılarına cevap veriyordu: "Bir kötülük çirkinlik çirkeflik yaptıklarında atalarımızdan böyle gördük Allah böyle emretti dediler. Deki Allah kötü olanı emretmez.

Eğer kitap Allah'tansa bazı ayetler anlaşılmak için peşine düşülmeyecek ayetler olmamalıydı. Anlaşılmamak için ya da anlaşılamaz olarak ayet göndermek Tanrı'nın işi olamazdı. Zira Tanrı iş olsun eğlence olsun laf olsun diye kelam etmezdi. Ayet delil demekti kanıt demekti ve anlaşılırlığı olmayan hitap delil olamazdı. Allah'tan olan bir kitapta bazı ayetler sadece elit birilerinin anlayacağı ayetler olamazdı. Kitabın muhataplarından bazıları sıradan kimseler durumunda ve mesajı direk kitaptan okuyamayıp elit birilerini kitapla aralarına koyma durumunda olamazdı. Öyle birşey en başta kitabın geliş gayesine uymazdı, tevhide tamamen zıt bir durumdu. O bakımdan muhkem müteşabih konusunu bir de bu kitaptan okumalıydım.

Eğer kitap Allah'tansa bir dediği daha sonra dediği ile başka olamazdı. Bir zamanda verdiği hükmü Allah daha sonra iptal etmiş olamazdı. Böyle bir kitap çelişkiler yumağı olurdu ve Tanrı için çelişki söz konusu olamazdı. Ayet delil demekti ve delil delili ancak teyit edebilirdi iptal edemezdi. İptal olan delil gerçek bir delil olamazdı. O bakımdan nesh konusunu bir de bu kitaptan okumalıydım.

Bir kitapta Tanrı birileri imtihan olmasın diye ve belki ileride bir ihtimal ki fitne fesat olur böylece anne babasına imtihan olur diye bir çocuğun ölümüne zan ile korku ile hüküm ilan etmezdi. Tanrı zan ile değil bilgi ile irade eder korku ile değil emin olarak hüküm ederdi. Hem böyle bir fitne zannıyla Tanrı tedbir etmişse neden gerçek hayatta dünyada kan gövdeyi götürüyordu? Neden vaktiyle buna tedbir etmemişti? Sadece o çocuğun mu anne babası iyi insanlardı da onların fitneye uğramaması önemliydi? Dünya fitne kaynıyor kan gövdeyi götürüyor hayat sürecinde herkes imtlhandan geçiyordu. Hayatta mal mülk evlat herşey herkes için bir imtihandı. Musa ve bir kul kıssasını bu kitaptan yeniden okumalıydım.

Kitabı okurken eminliğe doğru yol aldığımı hissediyordum. Ayet "Kur'an muttakilere hidayettir" diyordu. Demekki kitap muttaki olanı aydın ediyordu. Başlangıçta muttaki olmak şarttı ve eğer muttaki isen okudukça aydın olacağın bu kitaba göre mutlaktı. Bu ne kadar muhteşem bir şeydi. Eldeki imkan muttaki isen aydın olmaktı. Muttaki olmak korunmaktı. Yani korunarak okumak gerekiyordu. Düşündüm korunmak ne demek ve neden korunmak gerekiyor? Bir yola çıkmıştım ve bu yolda korunarak yürümem gerekiyordu. Yani yoldan yalpalamaya ve yanlışa sapmaya düşürecek arıza durumlara karşı korunarak yürümem gerekiyordu. Neydi o arızalar? Önyargılardı, ezberlerdi, din diye atalardan edindiğim peşin kabullerdi, usul diye dayatılan mezhebi ve kültürel öğretilerdi. Bedihi farkındalıklarla bakamamaktı. Yani adımları sağlam ve uygun atmak gerekiyordu. Yani takva iyi niyetti uygun iradeydi. Yani Kur'an uygun iradeli olanlara hidayetti. Takva öncelikle Tanri kelamında çelişki olmayacağını bilmekti. Tanrı'nın inananlara kötülüğü yol etmeyeceğini bilmekti. İyi nedir kötü nedir bilmek akıl için imkandı. Takva vicdanlı olmaktı akıl etmekti. Takva sağlıklı düşünebilmek için empati kurabilmekti. Kitabın aydınlatacağı kişide mutlak gereklilik mesajı iyi niyetle bağlamda okumaktı. Yolda uygun iradeli olmaktı. İlimde tutarlı ve farkındalıklı olabilmekti. İşte mesele rasihune fil ilm olmaktı. Mesele fi kulubihim zeyğun olmamaktı. İşte bu yönelimin kendisi takvalı olmaktı. Amenna diyebilmek ancak takvalılar için bir haktı.

Kur'an'ı Kur'an'dan okudukça usul diye aldığım eğitimin bir körelme olduğunu fark ettim. Dini ilimler denen tefsir hadis fıkıh zihinsel bir kodlanmaydı. Bir bakış açısıyla sınırlanmaydı. Ataların o dedi bu dedi o usul bu usül söylemleriyle bir cendereye sıkışmaydı. İçerisine doğduğumuz toprakların kültürüyle geleneğiiyle ve atalar diniyle boyanmış renkli gözlük takmaydı. Kur'an'ın en detaylı sunumu olan miras konusu bile ayetlerden çok uzak bir yorumdaydı. Kur'an Nisa 11. Ayette mirasçılar arasında birbirlerine nispetle oransal paylar tavsiye ederken feraiz denen geleneksel miras hukuku bu istikametten çok uzak bir yorumdaydı. Erkekli kızlı olarak çocukların payları ayette birbirlerine oranla dağıtılırken feraizde erkeğe her durumda kıza göre iki pay verilmiş ve matematiksel hata neticesi doğmuş durumdaydı. Bu çelişkinin adına avliye meselesi deniyor ve ayetteki oranlar paylaşımda birebir tutmuyordu. Kur'an okumalarımın 5. Yılı itibariyle ikinci süreçte girdiğim tashlh yolunda bu gerçeği görebildim. En ayrıntılı ve net konu bile Kur'an'ın sunumumdan çok uzak bir yorumdaydı. Bu gerçeği görebilmem ve bu meseleyi çözebilmem Kur'an'a olan eminliğimi ikame etmiş oluyordu. Kur'an'a olan hayranlığım okudukça kat kat artıyordu. Konuyla ilgi birçok yazılar yazdım o süreçte. Şu linkten meseleye yani yaşadığım süreçlere ve tanıklığıma şahit olunabilir inşallah. https://www.facebook.com/share/p/J1YCbYRWRFUdgzat/?mibextid=oFDknk

Kur'an'ı Kur'an'dan okudukça usul denince akla gelen en önemli konulardan muhkem müteşabihin de nasıh mensuhun da Kur'an'da usul kitaplarında kayıtlandığı üzere olmadığını Kur'an'ın dediğinin çok başka blr şey olduğunu fark ettim. Tefsir ve fıkıh usulü bu haliyle insanın zihnini açmak üzere gelen Kur'an'ın önünde perde olmaktan başka bir işe yaramıyordu. Hele hele bir Hızır öğretisi ve peygamberi bile evliya diye birilerine bağımlı tanıtan ilmi ledün çarpıtması vardı ki Kur'an'ın misyonuyla tamamen çelişikti ve Kur'an'ın mesajını anlamsızlaştırıyordu Kur'an'ı Kur'an'dan okuyan için atalar dininin hiçbir dayatması ya da üretimi uygun iradeli zihinler için içinden çıkılamayacak bir cendere olamıyordu. Muhkem müteşabih, nesh nasıh mensuh ve ilmi ledün hızır meselesi konusunda usul söylemiyle üretilen zihinsel kilitler Kur'an'ı Kur'an'dan okuyan için bir bir kırılıyordu. Bu konulardaki yazılarıma da şu linklerden bakılabilir. Bu süreçleri ve tespitleri Kur'an ile yüzleştğim 2007-2017 yılları arasında yaşadım.

https://www.facebook.com/share/p/W4BgsDmYJxFE1Dnq/?mibextid=oFDknk

https://www.facebook.com/share/p/MU68dS3f2dHRqosA/?mibextid=oFDknk

https://www.facebook.com/share/p/H5TnqrXJ6M1nVCRB/?mibextid=oFDknk

Kur'an'ın aydınlığında salatın atalar dininde yamandığı üzere olmadığını Kur'an'ın salat ayetlerinde vurgulanan mesajın Kur'an'ın yüklediği misyon ve  Kur'an'ın öğretisi yönelim olduğunu fark ettim. Salatı ikame edin ayetleri Kur'an'ın aydınlığına hakkıyla uyun sakın gösteriş üzere ve ihmalkar olmayın emriydi. Bu süreçte bu konuda da birçok yazı yazdım. Şu linkten yazılara bakılabilir.

https://www.facebook.com/share/p/KqC6BfddLdDyNMLG/?mibextid=oFDknk

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder