Eğer bir takım ezberlerle yola çıkılırsa bu yolda ezberleri onaylatmaktan öte bir şey üretilemez. Zira kişi peşin kabulleri doğrultusunda kendisine yön vermiş olur. Bu durumda gerçeği görmez, göremez.
Kur’an’ı Kur’an’dan okuyan ve Allah’ın tevilini dikkate alan birisi olarak yaptığım çalışmalar neticesinde birçok mealin adeta birbirinden üretilmiş olduğuna şahit oldum. Bu, benim için üzücüydü. Meallerde, önceden edinilmiş bir usulün bulunmasının ve Kur’an’ın kendisini açıklama noktasında ortaya koyduğu usulün görülememesinin bu noktada etken olduğunu düşünmekteyiz.
Bu durumu bir ayet örneğiyle açıklamadan önce kur’an’ı anlamanın usulünün ne olması gerektiği konusunda Kur’an’a kulak verelim. Kur’an diyor ki Sözün sahibi Allah olduğu için sözün hakiki anlamını ortaya koymak Allah’ın yetkisindedir. Sözü kendileri açıklamaya kalkışanlara Allah meydan okuyor ve sözün tevilini sadece kendisinin yapabileceğini bildiriyor. Ali İmran 7. ayette Allah, Necranlı Hıristiyanların ayetleri kendi ön kabulleri doğrultusunda eğip bükmeleri karşısında Kur’an’ı indirenin Allah olduğunu dolayısıyla açıklama yetkisinin de kendisine ait olduğunu vurguluyor. Kalplerinde eğrilik olanların art niyetle ve açıklamayı kendileri yapmak üzere ayetlere yöneldiklerini beyan ediyor. Ayetleri, “hâkim kılınmış ayetler” ve “farklı anlamlara müsait ayetler” olarak sınıflandırıyor. Ayetlerin, hâkim kılınmış ayetlere aykırı bir şekilde yorumlanmamasını tembihliyor. Sözün sahibi Allah olduğu için sözün hakiki anlamını ortaya koymanın (tevilin) Allah’ın yetkisinde olduğunu vurguluyor. Vahyin ortaya koyduğu hakikat bilgisinde Rabbin maksadını araştırıp tespit edenler biz buna inandık der buyuruyor. Gerçi yaygın görüşe göre Ali İmran 7. ayet Kur’an’daki bazı ayetlerin Allah’tan başkası tarafından anlaşılamayacağı şeklinde yorumlanmıştır. Bir başka yoruma göre ise “derinleşmiş âlimler de anlayabilirler” denerek âlimlere de tevil yetkisi verilmiştir. Oysa bizlere düşen tevil yapmak değil Allah’ın tevilini bulup ona uymaktır. Biz burada bu ayetin bize göre doğru anlamını vermekle yetineceğiz.
“Kitabı sana indiren odur. Onda hâkim kılınmış ayetler vardır. Onlar kitabın esasıdır. Diğerleri ise benzeşiklik arz edenlerdir. Kalplerinde eğrilik olanlar benzeşikliği olanlara fitne çıkarmak ve onun hakiki anlamını ortaya koymak arzusuyla yönelirler. Oysa Onun hakiki anlamını ortaya koymayı sadece Allah bilir. İlimde yerini araştırıp bulanlar[1] ‘biz ona inandık hepsi Rabbimizin katındandır’ derler. Yalnızca ön yargıdan arınmış olanlar hakkıyla düşünebilir”.[2]
Tevil ve açıklama yetkisinin sadece Allah’a ait olduğunu ve inananların Allah’ın bu tevilini araştırıp bulmakla yükümlü olduklarını ortaya koyan bir diğer ayet ise Hud suresindeki ayetlerdir.
“Elif, Lâm, Râ; Öyle bir kitap ki, ayetleri hâkim kılınmış sonra en doğru kararı veren ve her şeyden haberdar olan tarafından ayrıntısıyla açıklanmıştır. Yalnızca Allah’a kul olasınız diye! Ben ise O’ndan yana sizin için bir uyarıcıyım, bir müjdeciyim”.[3]
Bu usul dâhilinde Kur’an’ı okuduğumuzda Rabbimizin mesajını anlamamız mümkün olacaktır. Aksi takdirde kendimizi kandırmaktan öte bir şey yapmış olmayız. Zuhruf süresi 86. ayeti okuduğumuzda Arap dili kurallarına ve Arap dili sözlüğünün ortaya koyduğu anlamlara uygun, Kur’an’ın bütünlüğü ile örtüşen bir anlama ulaştığımızı düşünüyoruz. Ama meallerde anlamın çok farklı sunulduğunu görmekteyiz. Ayette dua etmek anlamına gelen (dea yed’u) fiili kullanılmasına rağmen meallerin çoğu ibadet etmek anlamına gelen (Abede yabudu) şeklinde çevirmişler. Dua etmek anlamında çevirenler ise fiilin faili ile mefulünün yerini değiştirerek anlamı Türkçemize taşımışlar. Bu durumda ayet anlaşılamaz bir hal almış. Burada resmî bir kurum olması bağlamında öncelikle diyanetin mealini verelim sonra da ayetin bize göre doğru anlamını ortaya koyalım. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın resmi mealine göre ayet şöyle demektedir.
“O’nu bırakıp taptıkları şeyler şefaat edemezler. Ancak bilerek hakka şahitlik edenler şefaat edebilirler”.[4]
Bize göre ayetin doğru meali şöyle olmalıdır. “O’nun dışındakine dua edenler şefaat elde edemezler. Sadece bilerek hakka şahit olanlar şefaatten nasiplenebilirler”.[5]
Bu ayette Allah’ın yetkisinde olan şefaatten sadece bilinçli olarak hakka şahit olanların nasiplenebileceği, Allah’tan başkasına dua edenlerin ise müşrik olduklarından dolayı hiçbir şekilde affa uğrayamayacakları, Allah’ın şefaatinden nasiplenemeyecekleri vurgulanmaktadır.
Bu konuyla ilgili olarak hâkim kılınmış ayetler şunlardır.
1-“De ki: Şefaat tamamıyla Allah’a aittir. Göklerin ve yerin hükümranlığı O’na aittir. Sonra O’na döndürüleceksiniz”[6]
2-“Doğrusu Allah kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışında kalanı ise gerek gördüğü kimse için bağışlar. Allah’a şirk koşan ise tamamıyla sapıtmıştır”.[7]
3-“Allah’la beraber başka bir ilaha dua etme! O’ndan başka ilah yok. Onun veçhi dışında her şey helak olucudur. Hüküm O’na aittir, O’na döndürüleceksiniz”.[8]
4-“Yalnız sana kul olur ve yalnız senden yardım dileriz”.[9]
Zuhruf 86. ayete çeviri yapanlar dua etmekle tapmak arasındaki anlam farkını meallerine yansıtmayarak Kur’an’ın asıl mesajının örtülmesine sebep olmuşlardır. Bir kısmı da bu farkı meale yansıtmışlar ancak diğerleri gibi bunlar da şefaate sahip olamayacak olanlar Allah’ın dışındakilere dua edenlerken kendilerine dua edilenleri şefaat edemeyecekler diye çevirip istisnasındaki hakka şahit olanları şefaat edebilir gibi sunmuşlardır. Böylece Allah’ın dışındakine dua edenlerin bu yanlışını dikkate almayarak dua edilenlerin hak yolda olmaları durumunda şefaatlerinden nasiplenileceği yanlış çıkarımında bulunmuşlardır. Oysaki Allah’ın dışındakine dua etmenin, istianede bulunmanın yanlışlığı, şirk oluşu Kur’an’ın en açık hükmüdür.
Mesele bu kadar açıkken bu ayeti bu yönde meallendirmek hem Arap dili kurallarına hem de Kur’an’ın bütünlüğüne aykırı düşmektedir.
Biz bu ayeti kelime kelime çevirerek meseleyi ortaya koymaya çalışacağız. Ayetin metni şöyledir:
وَلَا يَمْلِكُ الَّذِينَ يَدْعُونَ مِن دُونِهِ الشَّفَاعَةَ إِلَّا مَن شَهِدَ بِالْحَقِّ وَهُمْ يَعْلَمُونَ
VELA YEMLİKU: Sahip olamayacak, ELLEZİNE: O kimseler ki, YED’UNE: Dua ediyorlar, MİN DUNİHİ: O’nun (Allah’ın) dışındakine, EŞŞEFAATE: Şefaate, İLLA MEN ŞEHİDE BİL HAKKI VEHUM YALEMUNE: Ancak Hakka bilinçli olarak şahit olanlar şefaate sahip olacak (Zümer 44 te belirtilen Allah’ın şefaatinden yani kayırmasından nasiplenecekler)
Bu ayette bir sıla cümlesi bulunmaktadır. Arap dili kuralları gereği sıla cümlesinin faili ismi mevsula raci olmak zorundadır. Bu durumda sıla cümlesinin faili yani aid zamiri “yedune” filindeki cemi vavıdır ve ismi mevsul olan “ellezine” ye racidir. Bu durumda “vela yemliku” fiilinin faili dua edilenler değil dua edenlerdir. Ama ne yazık ki ayet bu kadar açıkken mealler dua edenleri değil dua edilenleri “la yemliku” fiilinin faili yapmışlardır.
Ayetin doğru çevirisi Allah’ın dışında dua ettikleri şefaate sahip olamayacaklar değil Allah’ın dışındakine dua edenler şefaate sahip olamayacaklar yani şefaat elde edemeyecekler şeklinde olmalıdır.
Bu durum ön yargıların ve edinilmiş bir din anlayışıyla Kur’an’ı okumanın ne kadar sakıncalı olduğunu göstermektedir. Bizim görevimiz Kur’an’ı kur’an’dan okumak olmalıdır. Ayetleri kendimiz tevil etmek yerine Allah’ın kur’an’daki tevilini aramalıyız. Kur’an’ı okurken önceden edindiğimiz usulü değil Kur’an’ın ortaya koyduğu usulü dikkate almalıyız.
En doğrusunu Allah bilir…
Mustafa Ayas İlahiyatçı
[1] Allah’ın açıklamalarını dayanak alanlar
[2] Ali İmran 7
[3] Hud 1,2
[4] Zuhruf 86 Bak Diyanet meali
[5] Zuhruf 86
[6] Zümer 44
[7] Nisa 116
[8] Kasas 88
[9] Fatiha 5
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder